2010/11/12

BÜTÜNSEL DÜŞÜNME VE EYLEMLİ BİLİNÇ

Müslüm Kabadayı

BÜTÜNSEL DÜŞÜNME VE EYLEMLİ BİLİNÇ



Ağacın saçağından yaprağına, ormanın da gazelinden ışık huzmesine kadar bir bütünlük içinde biçimlendiği biliniyor. Nâzım Hikmet’in “hür ağaç”la “kardeş orman” imgelemi, bu biçimlenmenin diyalektiğini ortaya koymuyor mu?

Postmodernizmin bataklığında yaygınlaştırılan “yapılandırmacı eğitim” anlayışıyla 2005’ten beri ülkemizde de uygulanan müfredat programının verimleri, açıkça alınmaya başlandı. Giriş cümlemizde betimlediğimiz yaşamın parça-bütün diyalektiğiyle biçimlenmesini algılatan bilimsel eğitimin kırıntılarının bile yok edilmeye çalışıldığı bu müfredat sayesinde öğrencilerimizin “parçalı beyin”le yaşadıklarına tanık oluyoruz. 11. sınıfa gelmiş (Lise-3) 16-18 yaşındaki genç, sosyal-kültürel-siyasal olaylarla edebiyat arasındaki ilişkiyi kurma konusunda, 19. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında gerçekleşen önemli olaylar, anlaşmalar, fermanlar ve meşrutiyetin neyi ifade ettiğinden habersiz olmaktadır. Bırakınız bu olgularla o dönemde yaratılmış olan edebiyat arasındaki ilişkiyi kurmayı, tek tek bu olguların ne olduğuna dair düzgün bir cümle bile kuramamaktadır. Oysa, aynı konuları Tarih, Sosyoloji derslerinde de bir biçimde görmüş olması gereken öğrencimizin - kuşkusuz yetiştiği ortam ve özel çabası nedeniyle yorumlama yeteneği gelişkin birkaç gencin bulunduğunu görmezden gelemeyiz – bu durumunu nasıl açıklayacağız? Burada uzun çözümleme yapacak değiliz ama Türkiye’de sosyolojik ve siyasal olguları çözümleme konusunda deneyimine, öngörüsüne güvenebileceğimiz düşünürlerden biri olan Metin Çulhaoğlu’nun, “Semih’in Suçu Ne?” başlıklı yazısında verdiği bir örnek üzerinden değerlendirme yapmamızda yarar var.

“Örneğin, “İlköğretim Sosyal Bilgiler Ders Kitabı-4” kronoloji kavramını “Semih”in yaşamındaki önemli dönüm noktalarıyla tanıtmaktadır. Bu kronolojiye göre Semih 2000 yılında doğar; 2001 yılında diş çıkarmaya, 2004’te kreşe, 2005’te ise ana sınıfına başlar; 2007’de ilk karnesini alır, 2008’de sünnet olur ve böyle gider… “Semih” daha sonra liseyi bitirip üniversiteye başladı diyelim. Diyelim, insanlık tarihi ile ilgili bir panele, tartışmaya vb. dinleyici olarak katıldı. Konuşmacılardan biri “İlkçağ” dediğinde Semih’in “herhalde benim diş çıkardığım yıldan bahsediyor” diye düşünmesi, “Yakınçağ” sözü geçtiğinde ise aklına sünnet olduğu yılın gelmesi mümkün ve muhtemeldir.” (www.sol.org.tr, 30.10.2010)

Ders kitaplarında, kaynak araç ve gereçlerde tarihsellik ve bilimselliğin ne denli yok edildiğini ortaya koyan sayısız örnekten biri bu. Böylesine bütünlüklü bilgiden ve bunlar arasında bağ kurma yeteneğinden mahrum bırakılmış “Semih”lerin suçu değil bu parçalanmış beyinle yaşamak… Birkaç yıl önce yapılmış bir araştırmada yeni kuşağın beyin parçalanmasına uğramalarında en önemli etkenin % 55 oranıyla medya olduğu saptanmıştı. Cep telefonu başta olmak üzere dikkati dağıtan aygıtların yanlış kullanımını da buna katarsanız, yeni kuşağımızın neden her şeyi “benmerkezli” düşündüğünü, kamucu-toplumcu duyarlıklar edinemediğini anlamak zor değil. Bunu siyasal olarak ifade edersek, kapitalizm, dinselleştirilmiş eğitim yoluyla da parçalanmış beyinleri güdümüne alarak, toplumların üzerindeki egemenliğini güçlendirmek istiyor.

Kapitalizmin bu egemenliğini, toplumsal bütün dokuyu dinselleştirme stratejisiyle güçlendirmeyi amaçladığına dair bir örneği de emekli eğitimci Aysel Güneysu’nun geçen gün e-postayla gönderdiği “ERKEĞİN HANIMLARLA TARİHSEL TANIŞMA RİTÜELİ...” başlıklı metinle vermek istiyoruz. Şöyle: “Yıl 1947: Karşıma aniden çıkınca ziyadesiyle şaşakaldım ve çok mütehassis oldum...Nasıl bir eda takınacağıma hüküm veremedim, âdeta vecde geldim.Buna mukabil az bir müddet sonra kendimi toparlar gibi oldum. Cemalinde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı. Üstümü başımı toparladım, kendimden emin bir sesle 'Akşam-ı şerifleriniz hayrolsun efendim' dedim. Yıl 1977: Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve hislendim. Ne yapacağıma karar veremedim. heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı. Üstüme çeki düzen verdim. kendimden emin bir sesle, 'İyi akşamlar, nasılsınız?' dedim. Yıl 1987: Karşıma aniden çıkınca fevkalâde şaşırdım ve duygulandım. Nitekim ne yapacağıma hüküm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum. Nitekim yüzünde beni ferahlatan bir gülümseme vardı. Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle 'Hayırlı akşamlar' dedim.

Yıl 1997: Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve duygulandım. Fena halde kal geldi yani. Bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır, dedim. Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'Selam, n'aber?' dedim. Yıl 2007: Abi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yani ve duygu durumum kabardı. Oğlum bu is bizi kasar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yani. Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik.. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin. 'Hav ar yu yavrum?' dedim. Yıl 2017: Karşıma aniden çıkınca korktum. Kapkara çarşafın içinde kara bir hayalet gibiydi. Ulan ne halt ettik de 2007de bu yobazlara oy verdik. O gün bugündür gitmediler başımızdan. Şimdi şu karşıma çıkan dünya güzeli midir yoksa kaknemin teki midir, gel de anla. Bi daha bunlara oy verirsem diyecem ama oy verme falan da kalmadı ki. Kadılar konseyi midir nedir bişey çıktı. Başında da Fetullah Hoca. Dedikleri kanun oluyor. Tüüüh namaz vakti geçiyor. Ulan karıya daldık yiycez şimdi dayağı islam devriyesinden. Geçen Cuma namazında ağzımda sakız unutmuşum, daha onun morlukları geçmedi.''

Sanal alandaki “iletişim”in giderek yaygınlaştığı bir dönemde, bu türlü mesajların da sabun köpüğü olduğu görülüyor. Eğer halkımızın, ülkemizin, dünyanın geleceğini bir avuç sömürgenin her şeyi yağmalama düzenine terk etmek istemiyorsak, bir köşeye çekilmek ya da sanal alemde tatmin olmak yerine, beyni parçalanmaya devam eden yeni kuşağımıza yönelmek durumundayız. Başta okullar olmak üzere, semtlerde, kent merkezlerinde çocuklarımız ve gençlerimizi bilimsel ve tarihsel düşünmeye, öğrenmeye ve eylemli bilinç taşımaya yöneltecek eğitim ağlarımızı kurmak zorundayız. Kültür ve sanat merkezleri, kurslar, dernekler, sendikalar hep bu amaçla etkinliklerini yaygınlaştırdığında, bugün evinde kendini atıl ve mutsuz hisseden binlerce eğitimci, deneyimli insan da harekete geçecektir.

Harekete geçerken, dikkat edilmesi gereken ilk kritik nokta şudur: Türkiye toplumu 12 Eylül’den bu yana önemli oranda dinsel referanslarla biçimlendirildi; kentlerin merkezlerine kadar cemaat-tarikat ağları örüldü. Bunların büyük bölümünün Avrupa-ABD-İsrail destekli ekonomik entegrasyonla devlet organlarına da hakim konuma geldikleri ortada. Dolayısıyla toplumsal dönüşümün yeniden yurtsever, emekçi bir karakterle sağlanması için şunları sorgulatmak önemlidir; toplum dinselleştirildikçe ülkemiz neden daha çok emperyalist ülkelere bağımlı hale gelmektedir? Neden kamu kaynaklarımız satılmaktadır? Neden işsizlik ve yoksulluk artmaktadır? Neden tecavüz başta olmak üzere kadına şiddet artmaktadır? Neden cemaat ve tarikatların ileri gelenleri lüks içinde yaşarken, yoksullar ve işsizler çöpten ekmek aramaktadır? “Türban” adıyla kadın daha çok esarete zorlanırken, neden üniversiteler daha çok paralı eğitime geçmektedir?

İşte olgular arasındaki nedenselliği kavratmaya, giderek bu çelişkiden sınıfsal bilinç kazandırmaya yönelik bir uyanış sağlanırsa, toplumdaki yurtsever damar gerçek anlamda anti-emperyalist bir hareketin güçlenmesine zemin hazırlayacaktır. Burada unutmamamız gereken bir başka gerçek de, bu zeminin sağlamlaşmasında en etkili araçlardan birinin edebiyat olduğudur. Bakınız, Fransız, Rus, Türk devrimlerinin arafesinde ve sonrasındaki edebiyatın canlılığı bunun nasıl yapılacağına dair veriler sunmaktadır. Yeni kuşağın diline, duyarlıklarına hitap eden devrimci bir edebiyat, günümüzde lise öğrencilerini de harekete geçirebilmektedir. Yunanistan ve Fransa’da son dönemde yaşananlar, bu açıdan öğreticidir.

Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatına da cemaat-tarikat yayınlarının egemen olmaya başladığı dikkate alındığında, işimiz daha da zorlaşmaktadır. Onun için bu noktaya eğitimcilerin, devrimci çocuk ve gençlik edebiyatı yaratıcılarının güçlü biçimde yönelmelerini sağlamak zorundayız. 1950’lerde Köy Enstitülülerin, 1960’lı yıllarda TÖS’lülerin, 1970’lerde TÖB-DER ve Yazarlar Sendikası’nın yaptığı açılımları, şimdi tüm güçleri birleşik çalışmaya, üretmeye seferber ederek bu döneme özgü araçlarla ve yeni bir dille geliştirmek durumundayız.
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder