2010/05/07

*'Eğitimde kriz ve Müfredat Davası’

Eğitim-Sen Zonguldak Şubesinde Eğitimci-yazar Müslüm Kabadayı ‘Eğitimde kriz ve Müfredat Davası’ konulu söyleşi gerçekleştirdi.

ZONGULDAK (İHA) - Eğitim-Sen Zonguldak Şubesinde Eğitimci-yazar Müslüm Kabadayı ‘Eğitimde kriz ve Müfredat Davası’ konulu söyleşi gerçekleştirdi.

Eğitim-Sen Zonguldak Şube binasında gerçekleşen söyleşiye, Eğitimci-Yazar Müslüm Kabadayı, Eğitim-Sen Zonguldak Şube Başkanı Orhan Yılmaz, Eğitim-Sen Zonguldak Şubesi Eğitim Sekreteri Sevim Adıgüzel ve Eğitim-Sen üyeleri katıldı.

Eğitimci-Yazar Müslüm Kabadayı yaptığı söyleşide, “Türkiye’nin 1995’te imzaladığı GAST anlaşmasının, 10 yıl sonra uygulamaya koymayı taahhüt ettiği, dolayısıyla yapılandırmacı müfredat programının da 2005’te yürürlüğe konduğu dikkate alındığında, ‘canım uluslar arası kuruluşlarla ne alakamız var, abartıyorsunuz’ diyen Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) şu sorunun yöneltilmesi yerinde olacaktır. SPAN raporunda konstraktif yaklaşım ile yerel öğrenme kavramı neden birlikte geçmektedir? ‘Zira raporda, konstrüktivist/yapılandırmacı eğitim materyallerinin, çeşitli bireysel farklılıkları olan öğrencilere hitap etmesi, öğrenmenin gerçekleştirileceği, yerel ve bireysel öğrenme ortamında farklılıklardan akıllıca yararlanması gerekecektir’ denilmektedir.
Bu ifade de geçen yerel sözcüğü çerçevesinde başka alanlarda olduğu üzere eğimde de yerelleşmenin dayatıldığı bir dönem başlamıştır. Burada Milli Eğitim Bakanlığı bölge kuruluşları temel ve kilit bir rol oynamaktadır. Zira Türkiye eğitim bölgelerine ayrılmıştır. Şuan Türkiye’ye nüfuz etmekte olan emperyalistler ve onların işbirlikçileri, bölge kalkınma ajanslarının çalışmalarına kaynaklık etmek üzere okullardan, yerel kalkınma stratejileri hazırlamalarını istemektedir. Yapılandırmacı müfredat programının dilinin de, tümüyle piyasacı olduğu görülmektedir. Programları boyunduruğuna alan görüşe göre iletim başladığı anda toplum kurulur. Çünkü insanın nesnel gerçekliği kavraması dil kullanımıyla sınırlıdır. Dile bu kadar üst bir görev verilmesinin nedeni, aslında bizdeki uygulamalarda da kendini apaçık belli etmektedir. Uzlaşıcı yeni bir dil geliştirilmekte olup, ‘sorun’ yerine ‘sorunsal’ demenin bile, olağanüstü bir şekilde sorunu hafiflettiği var sayılmaktadır. Bu emperyal müdahalelerle biçimlenen eğitim süreci, Türkiye’deki eğitimin krizinin en zayıf halkasını oluşturmaktadır” dedi.
Anasayfa

*Müslüm Kabadayı’dan Açık Mektup 'eylemsel yetke'


Müslüm Kabadayı’dan Açık Mektup
06 Kasım 2009 Cuma

“...her şey “ortaklaşma”da kenetlenmelidir...”

Yirmi yıldır Dünya, soğutulmakta olan vicdanların ve sulanmakta olan beyinlerin egemenliği altında inliyor. Bir bakıma insanlık felaketin eşiğinde dolandırılıyor.

“Biyolojik silah devri”nde emperyalizm, genetiği değiştirilmiş organizmalarla insanın bedeni yanında bilincini tahrip ediyor. Büyük kârlar sağladığı medikal ve ilaç sanayini, virüsler yayarak palazlandırıyor. Çocuk ve yaşlılar başta olmak üzere insanlar, kuş ve domuz gribiyle “garip”leştiriliyor. Kapitalizmin “küresel garabeti”, doğanın ve insanın felaketini hızlandırıyor.

“Kriz”lerle “keriz”leştirilen topluluklar, kartellerin değirmenine su taşıyor. Emperyalizme bağımlılık, matruşkanın karıncıkları gibi şişiyor. Ülkeler, doğrudan müdahaleler yanında, emperyalist bürolardan yönetiliyor. Dolayısıyla burjuva “sosyal devlet”in bile esamesi okunmuyor. Bu vahşet haline dönüşen sömürü çağında, “küresel ısınma”yla doğa can çekişiyor.

“Felaketin eşiği”nden, eşit ve özgür bir uygarlığın beşiğine nasıl dönülür?

“Küresel ısınma”yı tersine çevirecek tek mekanizma, soğutulan vicdanlarımızı, sulanan beyinlerimizi, eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle ısıtmaktır.

Bugün, ateşlememiz gereken bu mücadelenin tıkanmasının ve giderek sönümlenmesinin önemli nedeni, mücadele araçlarımızın ve bu araçların başında bulunanların, emek yaratan dinamiklere yabancılaşmış olmasıdır. İnsanın vicdanını ve dünyayı değiştirme bilincini körelten “mülkiyet” düşkünlüğü, paylaşma körlüğünü yaygınlaştırmıştır. Kapitalizm, “dişi piyasa” sayesinde tüketim manyaklığını topluluklara dayatırken, kurtuluşumuzu güçlendirecek eşitlik ve özgürlük mücadelesine, çubuğu tersine bükerek öncelikle kadınların etkin biçimde kazandırılması zorunluluk arz ediyor. “Mülkiyet”e, “tüketim çılgınlığı”na kadınlarımız dirseklerini çevirmedikçe, bu mücadeleyi kazanmamız zor görünüyor.

Çürüme, çok yönlüdür; kadın-erkek ilişkisi bundan en çok etkilenen temel bir boyuttur. Samimiyetin, sevginin ve paylaşmanın güzelliğiyle bezendiği zaman ayağa kalkacak olan insan, kadın-erkek ilişkisindeki “mülkiyet” ve “kıymet” zafiyetinden arınmaya başlayacaktır.

Sınıflar mücadelesinde siyasal iktidar perspektifi, her koşulda toplumsal iktidar mekanizmalarını öncelemek durumundadır. “Zorunda” olunmayan koşullar sonucunda gerçekleşen siyasal devrimler, geriye dönüş zeminleri güçlü bir süreçten ilerlemek durumunda kalmışlardır. Önemli bir kısmı da kapitalizmin “işbölümü, teknolojik hegemonya, meta estetiği dayatması” karşısında da “ortakçı kişiliği” kökleştirmedikleri için çözülmekten, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Sovyet devriminin ve ardından sosyalist sanayileşme hamlesinin başarıya ulaşmasında, Bolşeviklere, Rus köy komün geleneğinin toplumsal iktidar mekanizması sunduğu bilinmektedir. Aynı gerçeklik; Paris komüncüleri, Çin kır kolektifleri, Anadolu imececiliği ve ahilik geleneği için de geçerlidir.

Türkiye işçi sınıfı siyasetini oluşturan örgütlerin toplumsal iktidar mekanizmalarını eksikli de olsa var eden sendikalar, dernekler, kooperatifler, gecekondular, yoksul-topraksız köylü hareketleri, özellikle 1960-1980 arasında önemliydi. Bu “devinim mekanizmaları”, neo-liberalizmin ideolojik saldırılarının yoğunlaştığı ve post-modern felsefenin toplumun günlük yaşam dokusuna sindiği son 30 yılda büyük oranda aşınmıştır. Bu mekanizmaların yeniden uç verdiği her alanda bir süre sonra yeni bir çürüme ve çözülme olgusu gündeme gelmiştir. 20 yıl önce bahar eylemleriyle işçi sınıfının sesi yükselirken hemen ardından kamu emekçilerinin ayağa kalkması gerçekleşmiş ama 10 yıl içinde çürüme ve çözülme garabetiyle karşı karşıya gelinmiştir. Gençlik eylemlilikleri de saman alevi seyri izlemiştir. Aydın ve sanatçı hareketi ise, Türkiye tarihinde en kozmopolit ve bir o oranda da etkisiz hale bürünmüştür. Sınıf siyasetimizin etkisizleşmesinde belirleyici unsurlardan biri de, ABD ve AB başta olmak üzere emperyalizmin tümüyle içsel bir olgu haline gelmesidir. Bu olgunun, halkların ortak kurtuluşunu dinamitleyen etnik ve dinsel hareketleri “özgürlük” problemi olarak başat hale getirmesi de çok etkili olmuştur. Özellikle ülkemizde Türk ve Kürt emekçilerin siyasal mücadele ortaklığını, toplumsal kurtuluşun ulusal sorunu çözecek biçimde ikna edici bir zenginliğe kavuşturulamaması, önümüzdeki en önemli sorunlardan biridir.
Mücadele araçlarımızı samimiyet, eşitlik ve özgürlük ateşiyle yenilemek için her şey “ortaklaşma”da kenetlenmelidir. Bu kenetlenme, üretken emeğin “ortakça yaşam” düzeneğine kilitlenmesiyle başlayıp insanların “toplumsal aşk”la her türlü sömürü biçimine karşı mücadele azmiyle donatılmasıyla güçlenecektir. Türkiye, bu coğrafyada yaşayan tüm halkların “ortak yurt”u olmayı eşitlik ve özgürlük ülkesi olarak hak edecektir. Kentlerin küçük burjuva yaşantılarıyla avunan, doyumsuz ve kirlenmiş ruhların cıvıklaştırdığı “bataklık yaşam”ın reddi temelinde yeteneklerini hangi alanda örgütleme olanağı daha güçlüyse orada geliştirerek başka yeteneklerle birleştiren işçiler, emekçiler, öğrenciler, sanatçı ve aydınların yaratacakları komünler, alternatif odaklar halinde büyütüldükçe, toplumsal iktidarın oluşumuna zemin yaratılacaktır. Bu zemin üzerinde yükselen emek hareketi ve onun öncü siyaseti devrimci, sosyalist örgütleri, geniş kitlelerle devinim olanağı bulacaklardır.

Müslüm Kabadayı
Anasayfa

*'Türk dili ve edebiyat öğretmenleri buluşması' üzerine

“TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENLERİ BULUŞMASI” ÜZERİNE

27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde Ankara’nın merkezindeki Kızılay sokaklarında tiyatro toplulukları gösterilerini yaparken, ulaşımda Türkiye’nin en pahalı kentini yöneten İ. Melih Gökçek’in kamu hizmetini ticarete dönüştürmesine karşı “ulaşım hakkı”nı haykırmak için Kolej Meydanı’nda miting yapılırken, 50’inin üzerinde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, Büyük Kolej tarafından düzenlenen anlamlı bir toplantıda “buluştular.”

İki oturumda ortak konu başlıkları etrafında sunum ve değerlendirme yapılırken, bir bölümde serbest sunumlar gerçekleştirildi. Son bölümde ise, “beyin fırtınası” biçiminde sorular ortaya atılıp tartışma ve değerlendirmeler yapıldı. Baştan söylememiz gereken saptama şu: “Buluşma”, düzenleyenlerin özenli yaklaşımları, katılımcılara verdikleri değer ve ortamın donanımı bakımından amaca hizmet edecek nitelikteydi. Katılımcıların sunumları ve sorunları ciddiye almaları açısından da bilgilendirici, geliştirici bir nitelik vardı.

Aksayan yönlere gelince saptamamız şöyle: Sunumlardan sonra soru-yanıt, tartışma bölümüne zaman kalmaması başta olmak üzere, sonuç bildirgesinin orada hazırlanamaması, son bölümde önerilerin yeterince paylaşılamaması, “buluşma”nın daha zenginlik kazanmasını engelledi.

Birinci oturumda Emine Öztopçu ve Ünal Özmen’le birlikte sunum yaptık. Emine Hanım, “Birkaç Ülkenin Edebiyat Ders Programı ve Kitaplarının Karşılaştırılması” başlıklı sunumunda Almanya, Fransa, İtalya, ABD ve Rusya’daki “Dil ve Edebiyat” eğitimi-öğretiminin nasıl yapıldığını karşılaştıran, ders kitaplarının nasıl düzenlendiğini örnekleriyle anlattı. Slaytlar eşliğinde sunumlar yapılırken, zaman darlığı nedeniyle, konunun akışında dengesizlikler yaşandı. Bu tüm sunumlara bir biçimde yansıdı. ABD’deki ders kitabının, spiral cilt olarak düzenlendiği için hem öğrenci hem de öğretmen tarafından inisiyatif kullanılmaya elverişli olduğunun altı çizildi. Almanya’daki ders kitaplarıysa metinler ve çalışma kitabı olarak iki adetmiş. Öğrenciler için yazma çalışmalarına ciddi katkısı oluyormuş çalışma kitabının. Emine Öztopçu’nun dikkat çektiği bir başka nokta ise, Türkiye, Fransa, Rusya’daki metinler kronolojik; ABD ve Almanya’dakiler tematik olarak düzenleniyormuş. Doğrusu, bu sunumu tüm yönleriyle inceleme olanağı bulabilirsek, konuyu daha kapsamlı kavrayabiliriz. Gerçi sunumların, katılımcıların e-posta adreslerine gönderileceği belirtildi ama şu ana kadar bize ulaşan herhangi bir belge olmadı.

Benim sunumumun konusu “Dil-Edebiyat Eğitiminde Makas Değişiklikleri”ydi. Osmanlı döneminde 1910 ve 1919 Programlarında dil öğretimi ve edebiyat eğitimiyle ilgili herhangi bir ilke, yöntem yer almazken, ilk kez 1926 Programında “anadili öğretiminde çocuğun kendi dilinden hareket etme” ilkesi benimsenmiştir. “İlk mekteplerde her ne kadar Türkçe dersi elifbâ, kıraat, inşâd, temsil, imlâ, tahrir, sarf ve yazı gibi kısımlara ayrılmakta ise de bunların her biri müstakil birer ders değildir. Heyet-i mecmuası bir kül teşkil eder.” anlayışıyla, “bütüncül” bakış önemsenmiş olup, bu daha sonraki programlarda yer almıştır. Cumhuriyet döneminde dil öğretimin ilkeleri konusunda kafa yoran Fuat Baymur, Ferhan Oğuzkan, Cahit Kavcar ve Sedat Sever’in farklı dönemlerde geliştirerek biçimlendirdikleri beş ilke şudur: 1. Dil doğal bir ortam içinde öğretilmelidir. 2. Öğretimde çocuğun kendi dilinden hareket edilmelidir. 3. Türkçe öğretiminde bütün derslerden yararlanılmalıdır. 4. Değişik dil çalışmaları arasında sıkı bir ilişki kurulmalıdır. 5. Çeşitli ders araç ve gereçlerinden yararlanılmalıdır.
1938 Ortaokul Programı’nda ve daha sonraki programlarda ise söz varlığının, “Kelime ve fikir birbirinden ayrılmaz.” anlayışıyla Türkçe öğretiminde değerlendirilmesi hedeflenmiştir. 1949 Ortaokul Programı’nda, “Türkçe dersleri bir bilim değil, bir sanat gibi öğretilmelidir ilkesi uygulanmalı ve dersler teorik olmaktan çok pratik bir şekilde geliştirilmelidir” denilerek bu düşüncenin hem bir ilke olarak algılandığını, hem de daha o zamandan dil öğretimindeki modern bir anlayışın yakalandığını görülmektedir. Türk Dili ve Edebiyatı dersinin Programı ise 1957’ye dayanıyor. Kronolojik olarak metinlerin sıralandığı, dilbilgisiyle kompozisyonun ayrı ders olarak değerlendirildiği bu Program, ilk kez Eylül 1991’de yayınlanan “Ders Geçme ve Kredi Uygulamasına İlişkin Program Kılavuzu”na uygun olarak Türk Dili, Edebiyat, Edebi Sanatlar şeklinde ayrıntılaştırmayla değiştiriliyor. Ancak hemen bundan vazgeçiliyor. Ancak 1998’de yapılan Program değişikliğiyle Edebiyat, Türk Edebiyatı Tarihi, Edebi Metinler, Dilbilim, Hızlı Okuma Yazma dersleri olarak uygulamaya geçiliyor. 2005-2006 Eğitim-Öğretim Yılı’ndan itibaren bu Program da değiştirilerek Dil ve Anlatım’la Türk Edebiyatı’nın programları devreye sokuluyor.

Şimdi bu program değişikliklerinin arkasındaki felsefi değişikliklere bakmakta yarar var. Cumhuriyet’in ilk 25 yılında öne çıkan aydınlanma ve pozitivizmin damgasını vurduğu eğitim-öğretim kuram ve uygulamalarının yerine, 1957 ve 1968 Programlarında pragmatist ve davranışçı anlayışın ikame edildiğini söyleyebiliriz. Türkçe okuma-yazma öğretiminde ilk önemli yöntem değişikliğiyse 1968 Programı’yla gündeme gelmiştir. Edebiyat biliminin pozitivist yöntemi içinde yer alan “tümevarım” terk edilerek “manevi bilim yöntemi”ne giren “tümdengelim” benimsenmiştir. Bilindiği üzere program, “eğitim-öğretimin temeli ve kılavuzudur.” Türkiye’deki eğitim-öğretim programlarındaki tam bir “Piyasacı Eğitim”i hedefleyen makas değişikliği, ilköğretimdeki tüm derslerde 2005-2006 Eğitim-Öğretim Yılı’nda gerçekleşmiştir. Türkçe ve edebiyat öğretimi çerçevesinde 2005 Programı, neoliberal ideolojinin postmodern felsefesini birçok yönüyle yansıtmaktadır.

Nasıl bir “Program”la Dil ve Edebiyat eğitimi yapılmalı sorusuna verdiğimiz yanıta gelince… İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda dil, dilbilimi, felsefe, estetik, ontoloji ve dil-edebiyat eğitim-öğretimi alanlarında üzerinde en çok durulan dil – düşünce ilişkisi, yani “Ana dili öğretimi, düşünmenin öğretimidir.” ilkesi çerçevesinde edebiyat eğitimi ve öğretiminin, aynı zamanda sanatsal bir etkinlik olduğu hep göz önünde bulundurulmalıdır. Bu derslerde “yaratıcı yazarlık” uygulamalarına ağırlık verilmeli; dilin çok önemli ve sistemli bir soyutlama olduğu ilkesinden hareketle de insan zekasının eğitimini hedefleyen konu dökümü ve metin seçimleri yapılmalıdır. Dil ve edebiyat alanındaki eğitim-öğretim ilkeleri, amaç ve yöntemleri; insanın çok yönlü ve kolektif gelişimini hedefleyen bir toplumcu felsefeye dayanmak durumundadır. Dolayısıyla dilbilim ve eğitimbilimin temel verileri ışığında “çokdilli bir toplum” yapımıza uygun olarak anadili eğitimi ve anadilde eğitim hayata geçirilmelidir.

Üçüncü konuşmacı Ünal Özmen ise, “Öğretim Programları ve Ders Kitapları Üzerine” başlıklı bir sunum yaptı. Küreselleşme ve neoliberalizmin eğitimi nasıl kamusal olmaktan çıkardığına değinen Özmen, ders programlarının zihinsel süreci geliştirici olmadığını vurguladı. 2003’te Span adlı uluslar arası bir şirket tarafından birçok ülkeye hazırlanan ders programlarının, alelacele Türkiye’ye de dayatıldığını, hazırlık sürecinde eleştiri zeminin oluşmadığını belirtti. Gerçekten de o dönemi yakından takip eden ve 2006’da bu programların, ders kitaplarının iptal edilmesi için Danıştay’a açılan davaya aktif destek veren biri olarak, bırakınız eleştiri zemini hazırlamayı, bir programın en az 5 yıllık bir deneyerek geliştirme, ülke koşullarına uyarlama sürecine bile olanak tanınmadığını biliyorum.

2003’ten bugüne 48 ders programının ve kitabının değiştiğini belirten Ünal Özmen, bunun Eğitim Fakültelerine de yansıdığını, ne yazık ki bu süreçte akademinin sınıfta kaldığını vurguladı. Program değişikliklerine TUBA’nın kapsamlı bir rapor hazırladığını, ancak Eğitim Fakültelerinden ciddi bir tartışmanın gündeme getirilemediğini söyledi. Gerçi bu konuda, Kayseri’de yapılan bir sempozyumda değişik Eğitim Fakültelerinden kimi akademisyenlerin ciddi eleştiriler yönelttiğini, hatta İzzet Baysal Üniversitesi’nden Doç. Dr. Süleyman Çelenk’in, MEB’e kendi tezini çarpıtarak Programa aktardığı için dava açacağını söylediğini ilgili kamuoyu öğrenmişti. Ancak, bu sesler cılız kaldı.

Özmen, bu Programı sözde hazırlayan Talim Terbiye Kurulu’nun başı Prof. Dr. Ziya Selçuk’un, daha sonra bu değişikliğin arkasında duramadığının da altını çizdi. Burada, Selçuk’un Programla ilgili diğer ayaklara hakim olamadığı için görevden ayrıldığını da ima eden Özmen, aslında bu süreçte TTK’da meydana gelen değişikliklerin, eğitimin “ticarileştirilmesi” ve “dinselleştirilmesi” politikalarında izlenecek yöntemlerdeki çatışmalardan kaynaklandığını örnekleyebilirdi süreci iyi bilen bir eğitimci olarak.

Eğitim işkolundaki sendikaların, Program değişikliği sürecini “uyuyarak geçirdiği”ni belirten Ünal Özmen, Eğitim-Bir-Sen’in doğrudan destekçi bir çizgi izlediğini dile getirdi. Doğrusu, bu süreçte Eğitim Sen’in “pansuman tedavisi” türünden tepkilerinin, raporlarının olduğunu biliyoruz; ancak Yurtsever Eğitim Emekçileri tarafından hazırlanan ve Seher Yaşar adlı duyarlı bir veli adına açılan “Müfredat Programını İptal Davası”na bile destek olmaktan kaçındığı ortadadır. (Bu dava, Mart 2009’da verilen kararla büyük oranda velinin lehine sonuçlanmıştır.) Oysa, dava açması gereken ilk örgüt Eğitim Sen olmalıydı.

“İkinci Oturum”un ilk konuşmacısı Nâzım Mutlu’ydu. Ankara Atatürk Lisesi’nden katılan Mutlu, “Türk Edebiyatı ile Dil ve Anlatım Ders Kitapları” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Bu Program kabul edilmezden önce ders kitaplarının seçiminde öğretmenler ve okul yönetimlerinin inisiyatif sahibi olmaları nedeniyle daha nitelikli kitapların kullanılabildiğini belirten konuşmacı, o kitapların aynı zamanda ikinci yıl da kullanılabildiği için, ülkenin büyük bir masraftan kurtarıldığını da vurguladı. Şimdi kitapların her yıl yeniden basıldığını ve yandaş yayınevleriyle matbaaların şişirildiğini belirtti.

2003-2009 arasında ders kitaplarına harcanan parayla çok önemli eğitim işlerinin karşılanabileceğini örnekleyen Nâzım Mutlu, bu kaynak aktarımının, eğitimin kamusal dokusunu biraz daha bozduğuna dikkat çekti. Ders kitaplarındaki dizgi, baskı yanlışları yanında içeriklerde de ciddi sorunların bulunduğuna işaret eden Mutlu, bilgi vermeyen ama doldur-boşalt yaptıran bir düzenlemenin kitaplara egemen olduğunu söyledi.

Konuşmacının dikkat çektiği önemli bir nokta da, bilim ve eğitimde “etik” konusuydu. Bu Programı hazırlayan kurulun başındaki Prof. Dr. Şerif Aktaş ve ekibinin, 2005-2006 Eğitim-Öğretim Yılı’nda tek ders aracı olarak bir kitap yayımlamalarının, ciddi bir etik sorun yarattığının altını çizdi. Yeri gelmişken, bu durumu, Ocak 2006’da çıkardığımız “Sanat, Edebiyat ve Eğitimde Yoğunluk” dergisinde gündeme taşıdığımı, bu yazıyı okuyan Aktaş’ın, hiç sesinin çıkmadığını da burada hatırlatmak isterim. Bunlar, bilim insanın saygınlığına gölge düşürdüğü gibi, bürokrasinin de çürümüşlüğünü işaret etmektedir.

İkinci konuşmacı Nizamettin Uğur, aynı zamanda ev sahibi olarak sunumunu “kısa” tutmaya çalıştı. “Dil ve Anlatım Kitaplarındaki ‘Sözcükte Anlam’ Kavramları Üzerine” başlıklı bildirisinde 1984’te ÖSYM’nin “gerçek anlam”la ilgili bir sorusu üzerine bu konunun dershanelerde gündeme geldiğini, bu çerçevede “temel/yan anlam” tartışmalarının kavram kargaşasına yol açtığını dile getirdi. Osmanlı’da “hakiki anlam” olarak kavramlaştırıldığını hatırlatan Uğur, günümüzde sözcükte anlamın, “gerçek anlam-temel anlam, yan anlam, mecaz anlam” olarak altbaşlıklara ayrılarak değerlendirildiğine dikkat çekti. Aslında dil eğitimi bakımından çok önemli bir başlık olan “sözcükte anlam” başta olmak üzere, üniversite giriş sınavlarında da en çok sorunun çıktığı cümlede ve paragrafta anlam konularıyla ilgili daha geniş kapsamlı bir oturum düzenlemek gerektiğini düşündüm Nizamettin Uğur’u dinlerken. Kavram, terim ve içerik bakımından can alıcı bir konuyu ele almıştı. Arada dinleyicilerle konuştuğumuzda, Nizamettin Uğur’un bildiri konusunun, doğrudan “Edebiyat Eğitimi”nden öte akademik bir değerlendirmeyi gerektirdiğine dair görüş belirtenler vardı.

Hem çay molalarında hem de yemek arasında, değişik illerden gelen öğretmen arkadaşlarla düşünce akışı sağlamaya çalıştık. Ankara’dan tanıdığımız arkadaşlarla okullarda, uygulama alanlarında karşılaştığımız sorunları paylaştık. Doğrusu, bu paylaşımlarda ortaya çıkan gerçeklik, Türkiye’de Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenlerinin entelektüel ortamlara müdahil olmalarının ne denli gerekli olduğunu göstermekteydi. Bu “buluşma”daki önerilerden biri, bu ihtiyacı kısmen giderebilecek nitelikteydi; ortak bir e-posta grubu oluşturup düşünce üretimi, deneyim paylaşımı ve tartışma olanağı yaratılması istendi, Nizamettin Uğur da bu isteme yanıt üretmeye çalışacaklarını söyledi.

Öğleden sonraki serbest sunumların ilkini B.Ü. Özel Ayşe Abla Lisesi öğretmenlerinden Ekin Ekinci yaptı; konusu, “Yaratıcı Yazma Öğretiminde Birkaç Yöntem”di. Sunumun girişinde verdiği “başını kurtaran kaptan” anlayışındaki fıkranın, günümüzde uygulanmak istenen “bireyci eğitim”i yansıttığını düşünerek, “Neden dayanışmayı, yardımlaşmayı örnekleyen bir fıkrayla başlamadınız?” diye tepki göstermiştim. Bunu, genç arkadaşımızın da sonradan düşündüğünü sanıyorum, çünkü sunumu sırasında verdiği örnekler, yaratıcılıkta sınıf ortamının, kolektifin önemini işaret ediyordu.

“Ne söylediği-nasıl söylediği” ilişkisine dikkat çeken Ekinci’nin bazı harflerin sözcük içinde kullanımından doğan çağrışımla ilgili yaptığı bir uygulamada bir öğrencinin “ş”yle ilgili kurduğu cümle çok etkileyiciydi, katılımcıların beğenisini kazandı. “Eğer ‘ş’ olsaydım, ‘aşk’ın ortasına düşerdim.”

Yer betimlemelerinde kamera tekniğinden zamanda atlama-geri dönüş tekniğine kadar birçok örnekle zenginleştirdiği sunumunda “farkındalık” kavramına vurgu yapan Ekinci, duyularla ilgili uygulamaların önemini vurguladı.

İkinci sunumu İstanbul Özel Bahçeşehir Lisesi’nden Ahmet Özyapıcı ve Emine Aktaş öğretmenler yaptılar; konuları ise “Türk Edebiyatı Müfredatına Eleştirel Bakış”tı. İstanbul görüntüleri eşliğinde şiirle katılımcıları selamlayan Özyapıcı ve Aktaş, ilk oturumda gündeme getirdiğim “Edebiyat eğitimi, bir sanat eğitimi olmalıdır.” görüşümü destekleyen örnekler verdiler. “Yakından uzağa, bugünden geçmişe” yöntemiyle, günümüz metinleri üzerinden çocukların, gençlerin edebiyata kazandırılmasının önemine dikkat çeken metinlerle sunumlarını zenginleştirdiler. Eski metinleri (İslamiyet öncesi, Divan, Tanzimat vd.), “dil içi çeviri” yoluyla öğrencilere vermenin yararına değindiler.

Üçüncü sunumu yapan Nurşen Yıldırım ise, Ayrancı Lisesi’nden katılmıştı ve bildiri konusu da “Lise Edebiyat ile Dil ve Anlatım Kitaplarının Toplumsal Cinsiyet Açısından İncelenmesi”ydi. 81 İl Milli Eğitim Müdüründen sadece 1’inin kadın olduğu MEB’in hazırlattığı ders kitaplarında yer alan metinlerin yazar-şairlerinin cinsiyetlerine de bu oranın yansıdığını sayısal verilerle ortaya koydu. Dil ve Anlatım kitaplarının toplamında % 7, Türk Edebiyatı kitaplarının toplamında % 1 olmak üzere toplam % 3 oranında kadın yazar-şairin metnine yer verilmesi, ders kitaplarını hazırlayanların zihniyetini yansıtması bakımından çok önemliydi. Kadın şair-yazarların giderek çoğaldığı Cumhuriyet döneminde, bu dönemin edebiyatının işlendiği 12. Sınıf Türk Edebiyatı kitabında hiçbir kadın yazar-şairin metnine yer verilmemiş olmasını MEB nasıl açıklayacak acaba? Oysa, Köy Enstitülerinde de öğretmenlik yapan “eğitimci çınarlarımız”dan Mehmet Aydın, “Edebiyatımızda Kadın Şair ve Yazarlar Sözlüğü” kitabını 2001’de yayımlamıştı. Burada 222 kadın şair ve yazarın adı geçmektedir. Ders kitaplarını hazırlayanlar, bu denli cahil olamazlar herhalde, 222 kişinin adını okuyamayacak kadar…

Metinlerin içeriklerinde, özellikle masallarda kadına yönelik aşağılayıcı ifadelere de yer verildiğini örnekleyen Nurşen Yıldırım, cinsiyet ayrımcılığını “biçilmiş roller” üzerinden kitaplarda da sürdürülmesine dikkat çekti. Doğrusu, katılımcıların birçoğu ders kitaplarına bu boyutta bakmamıştı o ana kadar. Bu açıdan sunum sonrasında katkı ve tartışmalar biraz uzadı.

En son sunumu, zümre başkanlığını yaptığım Ege Lisesi’nden genç öğretmen arkadaşım Cem Erdem yaptı. “Dil ve Anlatım ile Türk Edebiyatı Derslerinin Uygulanmasına Dair Notlar” başlığı altındaki sunumunda, hiçbir müfredat anlayışının mutlaklaştırılamayacağına dikkat çeken Erdem, davranışçı, işlevselci, bilişsel ve yapılandırmacı eğitim anlayışlarının, konulara göre olumlu-olumsuz, uyumlu-uyumsuz yönlerinin bulunduğunu belirtti. Şimdiki Programın, sınavı ötelediğini ama gerek okuldaki sınavlarda gerekse ÖSYM’nin sınavlarında eski yöntemin sürdürülmesinin de bir çelişki olduğunun altını çizdi. Edebiyat eğitiminin bir sanat eğitimi olarak sürdürülmesinin doğruluğunu savunan Erdem, “yazma sorunu”nun yeni programda da sürdüğüne dikkat çekti.

“Fırtınalı Beyinler” başlığıyla değerlendirme ve tartışmanın yapıldığı son bölümde, bundan sonrasına dair nelerin yapılacağına dair öneriler de yapıldı. Bu toplantıların atölye tarzında daha sık yapılmasından, buradan çıkan sonuçların MEB ve ilgili kuruluşlara iletilmesine, bir baskı unsuru olabilmeye kadar birçok öneri paylaşıldı.

Doğrusu, “buluşma”yı düzenleyen Büyük Kolej yöneticilerine, emeği geçen öğretmen ve hizmetlilere teşekkürü borç biliriz. “Sonuç Bildirgesi” doğrultusunda “buluşma”nın devamının nasıl getirileceğini kararlaştırmakta yarar gördüğümüzü söyleyebiliriz.
Anasayfa

*Ankara neyin merkezi?

ANKARA NEYİN MERKEZİ?

-Müslüm KABADAYI-

“Her şeyin değişip dönüşmekte olduğu bir dünyada”, “değişim ve dönüşüm”ün yönü tartışmalıdır. İnsanın milyonlarca yıl süren evriminde bugünkü temel niteliklerini kazanma sürecinin de onbinlerce yıl öncesine dayandığını biliyoruz. “Aletten alet yapma” becerisi diye özetleyebileceğimiz bu sürece damgasını vuran özellik sayesinde, doğadaki varlıklardan yeni aletler yaptığı gibi hayvanları evcilleştirerek değerlendirme, bitkilerle tarımsal faaliyeti geliştirme olanağı bulmuştur. Buradan hızla günümüze gelecek olursak, doğayı dönüştürme eyleminde insan, çok olumlu adımlar atarken, diğer yandan bazı hayvan türlerini yok ettiği gibi ormanların azalmasına da neden olmuştur. Hele hele son yüzyıldaki “emperyal yağma”, “sürekli kâra dayanan üretim” politikaları sonucunda buzulların erimesi, ozon tabakasının delinmesi, nükleer tehlikenin başımıza bela olması gibi doğanın ve insanlığın geleceğini tehdit eden sorunlar ortaya çıkarmıştır.

“Hangi insan?” sorusunu burada sormamız gerekiyor? Makro düzeyde “Hangi sınıf?” diye bu soruyu biçimlendirmek zorundayız.

Doğanın tahribatına, insanın küçülmesine, bir diğer deyişle nesneleşmesine neden olan insan ya da sınıfla insanın daha iyi yaşaması, doğanın korunması ve üretimin dengeli gelişmesi için mücadele eden insan ya da sınıfı, genelleyip “insan” başlığında eritmeyi doğru bulmadığımı vurgulamalıyım. Günlük dilde, sohbet ve tartışmalarda böyle genellemeler yapılarak, sorunun kaynağı olan “insan-sınıf” aklanmaktadır çünkü. Böylece, “insan”ı suçlayarak, örneğin, ormanları yok eden yasaları çıkararak, ülkemizin Batı’nın çöplüğü haline gelmesine vesile olan uygulamalara onay verenlerin hedef tahtasına konmasını engellemiş oluruz. Kamu emeğiyle kurulmuş olan fabrikaları kartellere satarak, tarım alanlarını yağmalatarak, işçi ve köylülerin işsiz kalmasına, halkımızın tarımsal eylemlilikten uzaklaşmasına neden olanları aklamış oluruz.

Bugün Ankara, özellikle son 30 yıldır, Türkiye’nin “değişip dönüştürülmesi” sürecinde ülkemizin ve halkımızin geleceği bakımından olumsuz kararların alındığı bir merkez haline gelmiştir. Hatta AB’ye üyelik adı altında yürütülen Brüksel’e bağımlı bir “merkezcik” olmuştur. Son 15 yılda çıkan yasaların, yapılan Anayasa değişikliklerinin, uygulanan politikaların çoğunluğu emperyalist merkezlerden dikte ettirilmiştir. Oysa bir ülkenin merkezi, başkenti deyince akla vücudumuzun beyni, yüreği gelir. Bir bakıma Türkiye, beyninden, yüreğinden vurulmaktadır, diyebiliriz.

Siyasi tarih bakımından neden Ankara’nın Kurtuluş Savaşı’nın merkezi, daha sonra da Cumhuriyet’in başkenti seçildiğini coğrafi ve sosyolojik nedenlere bağlayarak açıklayanlar çoğunluktadır. Kıraçta küçük bir Anadolu kentinin merkez yapılmasında, her “yeni”nin kendine “yeni merkez” yaratma çabasının etkili olduğunu görmezden geliriz. Bakın, bu gerçeği 1964 yılında ülkemizi gezen büyük Arap şair-yazarı Süleyman İsa, nasıl anlatıyor?

“Ankara gibi az gelişmiş ve kıraç bir kenti, yemyeşil bir baskent haline getiren o büyük insanı (Atatürk’ü) elbette takdir ediyorum. Büyük bir iş başarmış bence. Küçük ve güzel otelden dısarıya çıkıp, sokaktaki ilk kitapçıya girdim. Oradan günlük gereksinimlerimizi karşılamakta kullanacağımız bir Fransızca-Türkçe sözlük aldım. Çocukluğumdan beri biraz Türkçem var ama aldığım sözlük her zaman ve her yerde işime yarayacak. Doğa her zaman insanlardan önce kentleri yaratır. İnsan inşaatlara başlamadan önce doğa, kentlere en mükemmel güzellikleri armağan eder. Ama Ankara, bu söylediklerimin tersidir. Yani eski hali kıraç olan bu kent, bugün insan emeğiyle türlü güzelliklere dönüşmüştür. Çocuklarımla sokak ve parkları gün boyunca gezerken bu izlenimleri edindim.”

Kıraç bir kentten insan emeğiyle bir başkent yaratan halk iradesinin, işçi ve emekçilerin temsilcisi siyasi, demokratik örgütlerin egemen olacağı bir Ankara’yı yeniden “sosyalist cumhuriyet” merkezi haline getirmediğimiz sürece, tarihimizin bağımsızlıkçı-özgürlükçü değerlerine de sırt çevirmiş oluruz. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi, bunun için önemlidir, anlamlıdır. Ankara, böyle bir mücadelenin başkenti olacağının emarelerini Tekel işçilerinin 3. ayına giren direnişiyle vermiştir. Gerisi, akılla-sevgiyle-ortaklaşa davranma bilinciyle gelecektir.
Anasayfa

*Her Alanda Siyasallaşmış Yeni Bir İşçi Sınıfı Hareketi İçin

Her Alanda Siyasallaşmış Yeni Bir İşçi Sınıfı Hareketi İçin (Luddizm Tartışmaları Çerçevesinde)
16 Ağustos 2005 - Müslüm Kabadayı-

Bunların peşinden Murat Çakır�ın ilk yazısına yeni boyutlar kazandırdığı ikinci makalesinin de düzeyli bir dil ve anlatım taşıması, bu forumun son zamanlarda pek karşılaşmadığımız siyasi bir canlılık da kazanabileceği, başka önemli çalışmalarla sendikal ve sosyalist-komünist siyasi harekete de bunun yansımasının olabileceği umudunu yaratmıştı bende. Daha sonra Mehmet Yılmazer�in �Sınıf Mücadelesinin Sorunları: Tarih ve Günümüz� başlıklı Yol Dergisi�nin Şubat 2005 sayısında yayınlanan makalesinin Sendika.Org�daki �Forum�a aktarılması, bu umudumu yükseltmişti. Ancak, 12 Ağustos 2005�te aynı sitede yer alan Cem Özatalay imzasıyla kaleme alınan �Ludizm Tartışmalarında Marksizmi Savunmak� başlıklı yazı, gerek özensiz dili gerekse atıfta bulunduğu yazılarda kesinlikle yer almayan uydurma yorumlar yaparak amacını aşan yargılar taşıması bakımından, bu umudumu en azından �kaygı� rezervi koyarak korumama neden oldu.

�Kaygı�m şu: Türkiye�de sol siyasetteki polemikler önemli oranda kapsayıcı ve geliştirici olmaktan uzak yürütülmüştür. En önemlisi de, tartışma üslubuna özen gösterme, alıntılarda metnin aslına ve bütününe sadık kalma, diğer tarafların yazılı ya da konuşma metinlerinin dışında yorum-eleştiri-karalamaya yönelmeme konularında başarısız olunmuştur. Kuşkusuz, çok nitelikli-düzeyli ve geliştirici polemik ya da tartışmalar da yapılmıştır; ancak bunlar, sol hareketlerin yeni kuşaklara hoş ve doğru olmayan böyle bir �kötü polemik� kültürü aktardıkları gerçekliğini ne yazık ki önemsiz hale getirmemektedir. O nedenle daha önce herhangi bir makalesini ya da kitabını okuma-görme olanağı bulamadığım için (eğer müstear ad değilse) kişisel olarak hakkında daha önceden hiçbir yargımın bulunmadığı Cem Özatalay�ın yazısı, kendi içinde tutarsızlıklarla doludur ve çala kalem yazıldığı anlaşılmaktadır.

�İşte tam da bu nedenle tarihselci-ilerlemeci okula sadık kalan iki yazar da Luddizmi işçi sınıfının tabir-i caizse �bebeklik� veya �cahiliye� döneminin eylem tarzı olarak değerlendirmektedir. (...)Çünkü bu tür yaklaşımlar tarih bilimine değil Hegelci tarih felsefesine özgüdür, idealisttir. İşte Çakır�ın ve Akalın�ın Luddizm değerlendirmesi üzerinden ifade ettikleri tarih kavrayışlarında Hegelci idealizmin izleri net biçimde gözlemlenmektedir.� ifadeleriyle �idealist� olmakla İlhan Akalın ve Murat Çakır�ı eleştirmiştir. Bugünkü işçi sınıfının ve sendikaların konumuyla ilgili İlhan Akalın�ın, gerek İşçi Konseyi�nin web sitesinde yayınlanan yazılarında gerekse doğrudan Yürütme Kurulu�nda çalıştığı İşçi Konseyi�nin Kuruluş Bildirgesi�ndeki değerlendirmede yer alan yaklaşımla hiçbir ilgisi olmayan bir anlayışla suçlamaktadır ki, bu sapla samanı karıştırmaktır ve ayıp bir şeydir. İşte Özatalay�ın ayıbı : �Çakır�la Akalın�ın arasındaki tarih kavrayışındaki kısmi farklara rağmen esasen politiktir. Çakır kapitalist üretimin en fazla mağduru olan ve düzen dışı tepkiler geliştiren emekçi kesimlere yüzünü dönerken, Akalın �Telekom Vatandır, Vatan Satılmaz� veya �Seydişehir Satılmaz, Vatan Bölünmez� diyerek aynı zamanda verili statükonun politik temsiliyetiyle kendilerini özdeşleştiren işçileri önemsiyor. Çünkü Çakır devrimcilik, Akalın ise reformizm arayışı içerisindedir.�

Özatalay�ın bu kendinden menkul yorumunu, sınıf-siyaset ilişkisi üzerinde kafa yoranlar gayet iyi anlamışlardır. Bizim bu konuda ne düşündüğümüze dair, İlhan Akalın�la İşçi Konseyi�nde birlikte çalıştığımızdan, daha önce bilgisi olmayan okuyucular için biraz uzun ama önemli açıklamamızı buraya aktarmak zorundayım. �Dünya ve Türkiye sendikal hareketi, sendikalı üye sayısının azalması, işçi sınıfı ve toplumun diğer kesimleri üzerinde etki yitimi, işçi sınıfının haklarını koruyamama ve sermayenin saldırılarına yanıt verememe biçiminde tanımlanacak kriz durumunu aşamamışlardır. Ülkemiz sendikal hareketi de kuruluş bildirgemizde belirttiğimiz gibi geniş işçi kesimlerini temsil edememekte, işçilerin haklarını koruyamamakta ve sürekli güç yitirmektedir. İçinde bulunduğumuz dönem, sermayenin işçi sınıfına yönelik çok yönlü saldırılarının her türlü araçla yoğunlaştırıldığı bir dönemdir. (...) Sendikaların daha da etkisizleştiği, �sivil toplum örgütü� olarak sermayenin projelerine ve politikalarına eklemlendiği bu sürecin bedelini ödeyecek olan ise işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının ve siyasal hareketinin böyle bir sürece sessiz kalması beklenemez, beklenmemelidir. Saldırıya yanıt ve toparlanma, ancak bugünkü sendikal anlayış ve statükoları gerileten, etkisizleştiren bir dönüştürme ve devrimcileştirme etkinliğinin ürünü olabilir. Böyle bir etkinliğin ise iki dinamiği vardır : İşçi sınıfının bağımsız ve devrimci dünya görüşünün, siyasal hareketinin sendikal hareket üzerindeki artan etki ve basıncı ve işçi sınıfımızın işyeri örgütlenmelerinden, aşağıdan yükselen devrimci işçi inisiyatifidir.� (İşçi Konseyi 1. Genel Konseyi Toplantısı, Mayıs 2004)

Şimdi sormak lazım Özatalay�a : �Seydişehir vatandır, vatan bölünmez!�in, gerek yukarıdaki temel yaklaşımımızla gerekse Yurtsever Cephe�yle ne ilgisi var? Üstelik, İlhan Akalın yazısında �Yurtsever Cephe�den hiç söz etmemişken. Özel olarak şunu da belirteyim ki, İlhan Akalın kendine özgü bir yaklaşımla �vatan� kavramına da karşı çıkarak �yurtseverlik�in toprakla emek üretimi ilişkisi üzerinden bir anlam kazandığına vurgu yapmaktadır. Ben de buna ek olarak Türkçede kullanılan �yurt edinmek, yurt tutmak� deyimlerinin, milliyetle hiçbir ilişkisi bulunmaksızın toprağa alınteriyle değer katmak anlamından yola çıkarak �yurtseverlik�in, ancak işçi ve emekçilerin sınıf bilincinde gerçek bir anlam kazandığına vurgu yapmaktayım. Dolayısıyla işçi sınıfı ya da emekçi yurtseverliğinin, o topraklarda üretilen değerlerin sömürülmesine, yağmalanmasına ve özellikle de emperyalizme peşkeş çekilmesine şiddetle karşı duruş bilinci olduğunun da altını çizmekteyim. Bizim kişisel ifadelerimizin ötesinde eğer Özatalay�ın Yurtsever Cephe�ye dair tartışmak istediği bir konu var idiyse, bunu doğrudan Yurtsever Cephe�nin bu konuda neler dediğini alıntılayarak değerlendirmeliydi. Bu da ayrı bir polemik konusu olduğu için, bu �forum� formatı içinde doğrusu etik de olmazdı.

İşyerlerini kundaklama, makine iğnelerini kırma gibi son zamanlarda bazı işyerlerinde meydana gelen işçi tepkilerini �Ludist� hareketlerin habercisi olarak abartan Akkaya�nın görüşlerini �tarihsel materyalist bakış açısıyla en fazla örtüşen� olarak niteleyen Özatalay, Murat Çakır�ın bu olaylardan yola çıkarak enformel sektörlerde çalışan işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin, sendikal-siyasal mücadelesinin nasıl örülmesi gerektiğine dair dikkat çekici vurgusunu, kendisinin Ludist mücadele biçimiyle özdeşleştirmeye çalışmıştır. Bu da zorlama bir yorumdur; çünkü Çakır, her iki yazısında da �Ludizmi değerlendirirken proleteryanın ilkel bir tepki biçimi olarak görmek gerekir.� demektedir.

Özatalay yazısını, daha büyük bir gaf yaparak bitirmektedir: �Sonuç olarak, Luddizmin ilericiliği ve devrimciliği konusunda Akkaya, enformel sektör işçilerinin düzen dışına açık yanlarına işaret ederken ise hem Akkaya hem de Çakır doğru tutumu temsil etmektedir. Akalın'ın ise ne teorik kavrayışı ne de politik tutum alışı Marksizme aittir.� Bu ifadelerdeki gaf şudur : İlhan Akalın yazısında Komünist Parti Manifestosu�nun 1892 Lehçe baskısına önsöz yazan Engels�ten bir alıntı yaparak, işçi sınıfının siyasallaşma eğiliminin o ülkedeki sanayi proleteryasının büyümesi ve örgütlü güç haline gelmesiyle ilişkisine gönderme yapmıştır. Kısacası, işçi sınıfının siyasal programı, iktidarı alacak siyasal öncüsü � Komünist Partisi � olmaksızın, eylemlerinin de sonuç alıcı olamayacağına vurgu yapmıştır. Bu anlamda Yüksel Akkaya�nın �Ludizmi okumak� anlayışına nazire olmak üzere Komünist Parti Manifestosu�nu �yeniden okuma�nın gerekliliğini dile getirmiştir. Şimdi Marksizmin en temel yapıtını ölçü almaya dair bu vurgu, nasıl oluyor da �Marksizme ait� olmuyor? Sanıyorum, bu konuda bizi, Cem Özatalay�ın değil de İlhan Akalın aydınlatması gerekiyor...

Gelelim Ludizm ve bugünün sınıflar mücadelesinde neler yapılması gerektiğine dair konuya... Tekrara düşmemek için, bu konuda daha önce yazılanlara ek olarak şunu belirtmekte yarar görüyorum. �Makine kırıcılık� olarak adlandırılan hareketin prototiplerini 15. ve 16. yüzyıllarda görmekteyiz. Danzigli Anton Müller�in, Almanya�da icat edilen bir makinenin benzerini Venedik�te çalıştırmaya kalkması üzerine, işçilerin karşı çıkması sonucu Belediye Meclisi, makinenin kullanılmasını yasaklamış ve mucidini de gizlice öldürmüştü. Buna yakın bir örnek de Osmanlı�da Fatih döneminde hattatların 1462�de İstanbul�a getirilen matbaayı Müslümanların kullanmamaları için saraya hareket etmeleri üzerine matbaanın Müslümanlarca kullanılmasının yasaklanması olayıdır. Yine 1726-1727�de İngiltere�deki dokumacıların uyuşmazlık durumunda usta ve grev kırıcılarının evlerini yıkmak, yünlerini yağmalamak, dokuma tezgahlarındaki ipleri kesmek ve iş aletlerini parçalamak yoluna gittikleri biliniyor.

Bu eylemlerin evrilerek bir toplu pazarlık eyleminin örgütlü biçimine dönüştüğü kapitalizmin manifaktür dönemindeki en önemli işçi hareketi ise, 1790�lardan 1840�lara kadar 50 yılı aşkın süren Ludizmdir. Leicestershirelı bir kalfa olan Ned Ludd liderliğinde başladığı için �Luddculuk� diye de anılan bu hareketin öncesinde de �makine kırıcılığı� olduğu için, bu hareketin bütünü �makine kırıcılığı� değildir. Eylemlerindeki radikallik ve 10 saatlik çalışma yasası dahil somut kazanımlara damgasını vurmakla birlikte Ludizm, �proleterya� kavramını içerecek özellikler taşımıyordu. Lorenz von Stein, �Modern Fransa�da Sosyalizm ve Komünizm� adlı eserinde proleteryanın �mal ortaklığı� yaratarak çalışma koşullarını geliştirme peşinde koştuğunun altını çizmiştir ki, 1840�lardan itibaren yalnızca mülk edinme ve çalışma tarzıyla değil, devrimci zihniyetiyle toplumun öteki sınıflarından ayırt edilen bir sınıf haline geldiği görülmektedir işçi sınıfının. 1837�de İngiltere�de Londra Çalışanlar Derneği�nin People�s Charter (Halk Fermanı)�ı yayınlamasıyla doğan Chartizm, önceki işçi hareketlerinden farklı biçimde ilk kez bilinçli olarak bütün sınıfın birliğini hedeflemesiyle öne çıkmıştır. Böylece emekçi sınıfların önderliği, nihai olarak işçi sınıfına geçmiştir.

Aynı süreçte İngiltere, Fransa ve Almanya�da ortaya çıkan Horlananlar Birliği, Haklılar Birliği, Komünist Yazışma Komiteleri gibi işçi sınıfının örgütlenme deneyimlerinden beslenen Marks ve Engels�in, 1844�ten itibaren örgütlü faaliyetlerinin başlaması da tesadüf değildir. �Yazışma Komiteleri�nde etkin olan komünistler, gerek İngiltere�deki Chartistler arasında gerekse Haklılar Birliği içerisinde bilimsel sosyalizmin güçlenmesini sağladılar ve 1847�de Komünistler Birliği�nin kurulmasının önünü açtılar. İşte bu �Birlik�in içinden Marks�la Engels�in kaleme almış oldukları ve Şubat 1948�de yayınlanan �Komünist Manifesto� ortaya çıkmıştır. Bu metin, bugün de geçerli olan proleter devriminin ve proleterya enternasyonalizminin temel dayanağıdır.

Şimdi, daha önce yazılanlarla bağlantılı olarak, 18. yüzyılda zühur eden ve 19. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde terziler başta olmak üzere zanaatkar ve dokuma işçilerinin göçler yoluyla kaynaşmalarıyla �enternasyonal� bir nitelik kazanan işçi hareketlerinin bir evresinde doğan Ludizmi, tarihsel materyalizmin hangi yöntemiyle değerlendirmek daha doğru olur? Radikallik, sonuç alıcılık bakımından kuşkusuz Ludizmden de yararlanılması gereken koşullar olabilir. Ancak bütünlüklü bir işçi sınıfı hareketinin, bugünün sürekli parçalanan işletmeler ve yeni sömürü biçimleri koşullarında, sınıfın siyasal örgütlülüğü yani Komünist Partisi�nin öncülüğü ele geçirmesi olmaksızın başarıya ulaşma şansı yoktur. Hele hele emperyalist-kapitalist sistemin insan ilişkilerini bu denli manipüle ettiği, örgütlü mücadele kültürünün ezildiği ve güvenlik kuvvetlerinin çok profesyonel hale getirilerek yaşamın her alanını terörize etmeye çalıştığı günümüzde, ülke çapında bir işçi sınıfının tüm parçaları arasındaki bağı kuran siyasallaşma olmaksızın kazanılmış hakların bile korunması mümkün görünmüyor. En son İzmit Seka�da, Telekom�da, Seydişehir�de, şimdilerde Erdemir ve Tüpraş�ta yaşananlar bunun somut göstergeleri değil mi?

Bu noktada altı çizilmesi gereken önemli hususlar şunlardır:

-Kamuda çalışan sendikalı işçiler, 200 binin altına inmiştir. Bugün Erdemir�de çalışan 15 bin işçinin büyük çoğunluğu taşeron firmaların işçileridir. Ücretleri daha yüksek olan çekirdek işçiler ile taşeron firmaların işçileri arasındaki çelişkiden yararlanan sermaye sınıfı, aynı zamanda sendikalı olmayı �ayrıcalıklı olmak� olarak da manipüle ederek buraların özelleştirilmesi için toplumda kafa karışıklığı yaratabilmektedir. Elbette böyle bir tablonun oluşumunda ücret sendikacılığından başka derdi olmayan sarı sendikacılığın büyük payı vardır. Aynı olaylar, daha önce özelleştirilen diğer kuruluşlarda yaşanmıştır ve mevcut sendikal yapı, konfederasyonlar, üyesi olan sendikalar arasında bile dayanışma eylemelerini örgütlememişlerdir. Bir bakıma �AB�ci çağdaş sendikalar� ülke kaynaklarının yağmalanmasında, işsizler ordusunun çoğalmasında �işbirlikçi� konuma bile düşmüşlerdir. Peki bunlar niye gerçekleşmiştir? Çünkü işçi sınıfının işyeri örgütlenmelerinden başlayarak sendikal hareketinde sınıf sendikacılığı yapan bir komünist hareket güçlenememiştir. Bunun nedenlerini burada tartışacak değiliz. Ancak, sınıf mücadelesi tarihseldir dolayısıyla bugünün koşullarında işini kaybetmekle, ülke kaynaklarının yağmalanması gerçeğiyle karşı karşıya gelen işçilerin, sınıfın siyasallaşması bakımından en uygun bir süreçten geçildiği görülmelidir. İşte biz onun için diyoruz ki, mevcut işçi sendikaları, kamu emekçileri sendikaları, toplu sözleşme-toplu görüşmelerin de işçi sınıfını ve emekçileri düzene yedeklemenin bir aracı olarak kullanıldığını görerek bu oyunu bozup ülkenin tüm işletmelerinde �eylemlilik zinciri� üzerinden siyasal taleplerle kendini ortaya koymalıdır. 28 Ağustos�ta İzmit�te yapılacak eylemler, bu zincirin ilk önemli halkası olabilir.

-Son yıllarda emperyalist ülkelerin planlama merkezlerinden yönlendirilen bizim gibi ülkelerin çökertilen tarımı nedeniyle kentlerde yoğunlaşan yeni kuşak işçilerin büyük çoğunluğu enformel sektörlerde sigortasız, sendikasız ve iş güvencesi olmaksızın çok kötü koşullarda çalışmaktadırlar. Bugün sınıf sendikacılığı anlayışıyla mücadele yürüten sendika aktivistleri, sınıfın siyasal örgütleri gözünü çok hızlı biçimde bu işçi ve emekçilere dikmeli, onların sermaye sınıfıyla giderek derinleşen çelişkilerini iktidar mücadelesine dönüştürmelidir.

-Geçmişten beri Türkiye�deki gerici-cemaatçi hareketlerin en çok beslendiği alan olan yoksul ve orta köylülük de ayrışmaktadır. Küçük köylülük, önemli oranda yoksullaşmış, ya tarım işçisi olmuş ya da kentlerin varoşlarını doldurmuştur. Tarım üretimini sürdürenlerin sendikalaşma eğilimleri, çok güçlü bir örgütlülüğe dönüşmemiştir. Yukarıda sözünü ettiğimiz kent yoksullarıyla bunlar arasındaki bağın da işçi sınıfının iktidar programı çerçevesinde kurulması, propaganda ve örgütlenme çalışmasına hız verilmesi gerekmektedir.
Anasayfa

*Ne “Pusulu Saldırılar” Ne De “Paslı Savunmalar” Sizi Kurtarır

Ne “Pusulu Saldırılar” Ne De “Paslı Savunmalar” Sizi Kurtarır
25 Ekim 2005 - Müslüm Kabadayı

On yıllar süren çürüme/çürütme süreci, son günlerde dar zamanlı çöküşlerle sürüyor. Sınıflar mücadelesinin diyalektiği, işini yapamayanın bunun bedelini düşmanın mevzi kazanmasının acısını hissederek ödemesiyle gerçekleşiyor.

Dünyada kapitalizm saldırganlığını her bakımdan azdırırken, insanlığın 20. yüzyıldaki en büyük kazanımları olan eğitim,sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin eşit ve parasız sağlanmasından işsizliğe, yoksulluğa, açlığa karşı evrensel mücadeledeki başarılar teker teker yok edilirken, bugün işçi ve emekçilerin, ezilen halkların güçlü siyasal iktidarlar bir yana önderliklerden yoksun olmasının bedeli, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Bedel ödemenin, dünyayı yeniden ortaçağ karanlığına, savaş cehennemine, açlık ve yoksulluğa sürükleyen kapitalist-emperyalist güçlere bedel ödettirerek tersine çevrileceği bir noktada yoğunlaşması gereken işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütleri, ne yazık ki bu bakımdan hem yetersizliklerini hem de parçalanma zaaflarını sürdürüyorlar.

Son günlerde Eğitim Sen’de yaşanan olaylar da bunun en son örneğini oluşturuyor. 10 yılı aşkındır rotasını adım adım “katılımcılık” politikasıyla belirleyen KESK ve onun en kitlesel sendikası Eğitim Sen, 2001’de çıkan 4688 Sayılı Yasa’yla birlikte “toplu görüşme” ve “KİK”lere kendini hapseder konuma düşmüştü. Eğitim iş kolundaki sorunlar dev gibi büyürken, özelleştirme-ticarileştirmeler sendikanın tabanını oyarken, sınıf mücadelesinin gerektirdiği siyasallaşmalardan ve bunu güçlendirecek kitlesel eylemlerden özenle kaçınan Eğitim Sen, kapatma davasıyla başlayan saldırının esas itibariyle üye tabanını bölmeye, apolitikleşmeye, giderek örgütsüzleştirmeye yönelik olduğu kavramaktan uzak düşmüştü. Bu uzak düşme öyle bir noktaya varmıştı ki, Tüzük değişikliği kongresi olarak bilinen Olağanüstü Genel Kurul’da sendikanın mücadeleci damarını salon dışında tutma “zorunluluğu” duymuştu Eğitim Sen MYK’si. “Birkaç dişimiz çekilmekle ne olur ki” anlayışıyla Tüzük değişikliğini içine sindirenler, bunun arkasından AB sürecinin dümen suyunda ilerlemek için küreklere sarılmak dışında ne yaptılar ki, geçen hafta kurulan Eğitim İş olgusu karşısında üyesini dinamik kılabilecek bir karşılık bulmayı bekliyorlar? Dikkat edilecek olursa, bu olgunun gündeme geldiği son haftalarda acul biçimde kolları sıvamaya başlayanlar, hemen eylem planları hazırladılar ve şube ve temsilcilikleri harekete geçirmeye başladılar. Ancak görünen ve acı olan o ki, sendika üyelerinin büyük çoğunluğu sermaye saldırıları karşısında toplu bir karşı saldırıyı başlatmaktan uzak düşen Eğitim Sen MYK’sini bu manevralarına pek yanıt vermiyor. Zaten Eğitim İş’i kuranların “puslu saldırı” görevini üstlenmelerinin zeminini de sendikal mücadeleden kopan, istifa eden on binlerce gayri-memnun ve aynı zamanda örgütsüz eğitim-bilim emekçileri oluşturuyor. Zaten Eğitim İş’i kuranların açıklamaları da açıkça bunu doğruluyor.

Peki Eğitim Sen’e egemen olan yönetim anlayışı ne diyor; “bunlar birkaç çapulcu” anlamına gelen açıklama dışında hiçbir öngörüleri yok. Oysa hem sermaye sınıfının hem de mücadele kaçkınlarının istismar ettiği o kadar boşluklar yaratılmış ki, bunları ortadan kaldıracak hiçbir politik uyanış belirtisi görülmüyor. Pusulasını yitiren gemi gibi günü kurtarmaya yönelik manevraların ötesinde bir sınıf sendikacılığına dayalı siyaset üretme iradesinden uzak işçi ve kamu emekçileri sendika yönetimleriyle karşı karşıyayız.

İşte bu noktada özellikle Eğitim Sen tabanındaki sınıf sendikacılığı siyasetini önemseyen dinamiklerin, hem mevcut sendika üyelerine hem de örgütsüz konumdaki kadrolu ve özellikle sözleşmeli eğitim emekçilerine, hatta 120 binin üzerindeki işsiz eğitimcilere seslenen yeni bir sınıf siyasetini gündeme getirmeleri gerekiyor. Bunu, Eğitim Sen yönetiminde yer almanın pazarlıkları ve çürütücü iç mücadeleyle değil, eğitimin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesinden doğrudan etkilenen yüz binlerce eğitim emekçisi, milyonlarca öğrenci ve velinin desteğini alacak, onları örgütlü mücadeleye çekecek programlı çalışmalarla gerçekleştirmek mümkündür. İşte bu gerçeği tespit eden Yurtsever Öğretmen İnisiyatifleri, kuruldukları illerde, bölgelerde bu doğrultuda çalışmaya kendini odaklayan eğitim emekçilerin omuzlarında yükseliyor. AB emperyalizmi başta olmak üzere işçi ve emekçilerin sınıf bilincini bulanıklaştıran her türlü sermaye saldırısına karşı cepheden örgütlenmeyi savunuyor. Bu mücadelede başarımızın en önemli adımı, sendikal alan başta olmak üzere işçi ve emekçilerin beyinlerinden AB’den medet umma zihniyetini çürütmekle atmamız mümkün. Son zamanlarda bu gerçek, daha görülür hale geliyor, bu da bizim işimizi daha da kolaylaştıracak.
Anasayfa

*Seçim oyunu

“Seçim oyunu” devam ediyor hala

26 Temmuz 2007 - Müslüm Kabadayı

Herhangi bir durum, olay ya da koşulda “seçim yapmak”, “seçmen”in bilincine, “seçilecekler”in de niteliğinin açıklığına göre biçimlenmektedir.

Birey, toplum ve insanlık düzleminde “seçim” olgusunu değerlendirdiğimizde öne çıkan “siyasal seçim”in temel unsurlarının ne olması gerektiğini belirlemekte yarar var. Birincisi, “siyasal seçim” bir toplumu, ülkeyi, hatta dünyayı yönetmekle doğrudan ilişkili olduğu için, yönetme ya da yürütme eyleminin içeriğinin ne olması gerektiğiyle işe başlamalıyız. Bir kez kavram olarak “yönetme”nin, ”yöneten-yönetilen” ikiliğini ortaya çıkardığı için reddedilmesi, temel koşul olmalı. İnsanın siyasal iradesine, kişilik geliştirme niteliğine göre doğru olan kavram ise “yürütme” olmalıdır. Yani, insanları “sürü” yerine koyarak siyasal seçkinler tarafından yönetilmesi anlayışının yerine, insanların siyasal iradeleriyle görev alan “siyasal öncü”lerin toplumun sorunlarını çözmek için tüm organları, kurumları, kısacası işleri toplumla birlikte yürütmesidir. Böylesine “insanın kişilik geliştirme” ve “bireyin toplumsallaşması” süreçlerine uygun bir temel üzerinde yapılacak “seçim”, “seçmenin bilinci”ni değerlendirmek bakımından anlamlı veriler sunabilir.

Bu temel kavramlaştırmamız üzerinden Türkiye’de yapılan seçimlere, özellikle de 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel Seçimleri”ne baktığımızda, bunun çok açık biçimde bir “seçme oyunu” olduğu görülüyor. Sözü uzatmaksızın “komedi” türündeki bu oyunun temel özelliklerini ifade edelim.

Birincisi, “seçim” parasal güç ve destek eksenlidir. Bu gücün kaynaklarına doğru eksenin eğildiği bir “seçme oyunu”nda yüz milyarlarca lira parası olmayan hiçbir kimsenin “aday” olarak “seçmenler”in önündeki komedi sahnesine çıkma şansı bulunmamaktadır. Türkiye örneğine bakacak olursak, iktidarda olan partiyi ve diğer milletvekili çok olan partileri devlet kasasından besleyen bir seçim sisteminde, genel olarak emeğiyle geçinen kitlelerin vergilerinden oluşan hazineden aktarılan bu paralarla, “parayı veren değil alan” düdüğü çalmaktadır. Çünkü bu kitleler, “parayı alan seçilmişler” tarafından çok kolay yönetilecek “enayiler” olarak görülmektedir.

İkincisi, yüzde on ya da başka bir orandaki baraj sistemiyle, sermaye sınıfının siyasal partiler üzerindeki hegemonyası güçlendirilmektedir.

Üçüncüsü, halk doğrudan bir örgütlü güç olmadığı için, bu seçim sistemi içinde birilerini seçtiğini sanmaktadır. Gerek mevcut Siyasi Partiler Yasası gerekse Seçim Yasası’yla, halkın kendi içinden aday göstermesinin zorlaştırıldığı, seçmesinin ise nerdeyse olanaksız hale getirildiği bir “oyun”a devam edilmektedir. Bu “oyun”un sonucunda bugün TBMM’ye giren milletvekilleri içinde nerdeyse işçi milletvekili bulunmamaktadır. Bayramali Meral gibi işçi kökenlilerin de artık bir sendika ağası oldukları herkesçe bilinmektedir.

Her vicdanlı yurttaşın, bu “seçim oyunu”na en başta şunlar için karşı çıkması gerekir:

Birincisi, ülkenin ABD, AB ve diğer emperyalist güçlere her gün biraz daha borçlandırılarak bağımlı hale getirildiği bu koşullarda trilyonlarca liralık seçim bütçesi, bu halkın emeğine, ülkenin geleceğine ihanet etmektir.

İkincisi, seçim sürecinde harcanan kâğıt, bez, naylon, boya vd. maddelerin kaybı, üretimde verimlilik ve tüketimde sorumluluk bakımından ülke kaynaklarının heba edilmesidir. Bu süreçte oluşan görüntü ve gürültü kirliliği de cabasıdır.

Üçüncüsü, kişilerin boy boy fotoğrafları üzerinden yapılan propaganda çalışmalarının, siyasal bir seçimin temel öznesi olan partilerin seçim bildirgeleri ve özellikle parti programlarının çok çok önüne geçirilmesidir. Bu komedinin önemli bir unsuru haline getirilen fotoğraflı propaganda, bir bakıma memleketin “güzellik” ve “yakışıklılık” yarışmasının sahnesi yapılmasıdır.

Bunlar her vicdanlı yurttaş için büyük bir acı kaynağıdır. Bu “oyunu” oynayanların amacı da yurttaşların “vicdanlarını karartmak”tır.

“Vicdanlı yurttaş”, ürettiklerinin kıymetini bilen ve bunların toplum hizmetine en verimli biçimde sunulmasını planlayan, denetleyen bir toplum düzenini kurmayı amaçlamadığı sürece, fındık-sebze-meyve üreticisini azarlayanları, işçileri fabrika kapısının önüne koyanları, gençliğin büyük çoğunluğuna işsizliğe mahkum edenleri, ülkenin borç batağına saplanmasını körükleyenleri iktidara getirmeye devam eder bu halk. Boşuna demiyorlar “Örgütlü bir halkı hiçbir güç yenemez!” diye. Öyleyse bu ülkenin sosyalistlerinin birincil görevi, seçim süreçleriyle sınırlı kitle çalışması yapmak değil, ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle, fabrika fabrika, tarla tarla bu halkı “örgütlü güç” haline getirmektir.

Bakın o zaman Türkiye, ABD emperyalizmine kafa tutan bir Venezüella olmaya nasıl aday hale gelecektir. Yoksa, bu halkın % 77’sinin ABD’yi tehlike görmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ABD’ye en iyi hizmet edecekleri “seçen” bir sürü olduktan sonra. “Vicdanlı yurttaş”, “sürü” olmaktan kopan ve “bağımsız, eşit ve özgür” bir gelecek için örgütlenip mücadele ettiğinde, işte o zaman, emperyalistler ve işbirlikçilerinin korkulu rüyası olacaktır.
Anasayfa

*Kapitalist kriz politikası

Kapitalist kriz politikası:Emperyalist merkezlere kaynak aktarımıdır 10 Mart 2009
-Müslüm Kabadayı-

2008’de kapitalizmin dünya çapında yaşadığı “kriz” olarak gündemi belirleyen ekonomik ve toplumsal olguları çözümlemek, nihayetinde siyasal bir değerlendirmedir ve bu nedenle kapitalizmin yapısına odaklanmayı gerektirir. Bu yayının okuyucularının birikimini dikkate alarak, etraflı bir açıklamaya gitmeden, kapitalizmin yapısının “kriz” üretmekle malul olduğunu vurgulamakla, konuya can alıcı noktadan girmiş olalım.

Kapitalizmin dünya sistemi haline gelmeye başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana yaşadığı ana ve ara krizleri burada saymaya gerek yok, ancak bu ana krizlerin çok değişik ölçeklerde (en büyük yıkımları 1. ve 2. Paylaşım Savaşlarıdır) savaşlara yol açtığı, bu savaşların da yerel, bölgesel ya da dünya ölçeğinde yeni devletlerin, siyasal ve toplumsal rejimlerin oluşmasıyla sonuçlandığı biliniyor. Yazının sonunu, bu noktaya dönerek bitirmek kaydıyla bugün yaşanan krizin birkaç temel özelliğini vurgulamak istiyorum.

1.1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle Dünya’da egemen sistem haline gelen kapitalizmin, refah ve adalet getireceği kandırmacasına kapılanlar aynı dönemde 1. Körfez Savaşı’nda, daha sonra Somali, Balkanlar, Afganistan, Kafkaslar, Irak, Lübnan ve Filistin’de gördüler ki kapitalizmin kanlı çarkı, gerilim-çatışma-savaş dişlileri olmadan dönmüyor. Kapitalizmin yapısal niteliğine dair bu saptamanın önemi şu: Kapitalist ülkeler, emperyalist aşamada, kimi aklı evvellerin uydurmalarıyla “globalizm” sürecinde, çatışma yaşamadan dünyayı yönetmeyi başaracaklardı. Buna “tarihin sonu” diyen sermaye ideologları çıkmıştı ve ne yazık ki bu söylemi bizim ülkemizde de pompalayan ahmaklar çoğalmıştı. Çok değil 18 yıl gibi kısa bir sürede onlarca bölge ve ülkede çatışmalar, savaşlar gerçekleştiği gibi dünya halklarını yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, büyük iç ve dış göçlere mahkum etmek isteyen emperyalist sosyo-ekonomik politikalar ayyuka çıktı. Bugün ABD ile AB’nin kimi gerilim ve çıkar çatışmaları olsa da, sömürü paylaşım politikalarında ciddi sorunlar yaşamalarının temelinde, Rusya-Hindistan gibi giderek güçlenen başka kapitalist ülkelerle birlikte Çin, İran gibi kapitalizmle işbirliği içinde ekonomilerini, askeri ve siyasi nüfuz alanlarını geliştiren ülkelerin yarattığı gerilimler yatmaktadır. (Bu gerilimler yanında ilginç olan bir nokta var ki, bizzat Dışişleri Bakanı H. Clinton’un yaptığı açıklamaya göre, ABD’nin hazine bonolarına 1 Trilyon Dolar yatıran Çin’in, ABD ekonomisinin çökmesini önlediği ve bu ilişkinin Çin’in, işçi ve emekçilerinin yoğun emek sömürüsü üzerinden biriken finans kaynaklarını yeni bonalar alarak ABD’ye aktarmasının şart olduğu gerçeğidir.) Bunlar da çok açık gösteriyor ki, kapitalizmin yapısında yer alan rekabet, üretici güçleri geliştirmekten daha fazla toplumların, halkların, ülkelerin yıkımlarına yol açmaya devam etmektedir.

2.ABD’nin petrol-silah-ilaç ve bilişim sektörleri başta olmak üzere Dünya kapitalizminin amiral gemisi olmasına dayanak sağlayan sermaye hareketleri, son on yılda “kağıt sermaye”yle şişirildiği için dış ticaret açığı yönetilemez aşamaya gelince, büyük finans sermaye kartelleri kağıttan kaplanlar olarak yıkılmaya başlanmıştır. Dünya Bankası, IMF ve DTÖ üzerinden, bu “yıkım”ın faturası Türkiye gibi bağımlı ülkelerden büyük kaynakların emperyalist merkezlere aktarılmasıyla onlar için “lokum”a, işçi ve emekçiler içinse “zıkkım”a dönüştürülmüştür. “Yabancı yatırımcılar, 2003-2008 döneminde 8.8 milyar doları doğrudan yatırımlar, 19.6 milyarı da portföy yatırımlarından olmak üzere Türkiye'de elde ettiği 28.3 milyar dolarlık kârı ülkesine transfer etti.” ( (ANKA’nın haberi) verisi, bunun somut örneğidir.

3.Yabancı yatırımcıların kaynak aktarımı son yıllarda hızla artarken, Türkiye’deki sanayileşmenin dışa bağımlılığından kaynaklanan dış ticaret açığı da sürekli büyümüştür. Son yıllardaki tabloyu Korkut Boratav şöyle özetlemektedir : “2003-2008 arasında mal ihracatının yıllık ortalama artış hızı yüzde 22, ithalatınki ise yüzde 28’dir. Bu nedenle dış ticaret açığı istisnasız her yıl artmış; 2003’te 14 milyar dolarla başlayan bu açık, 2007’de 47 milyar dolara yükselmiştir. Bu beş yıllık dönemde dış ticaret açıklarının toplamı, cari işlem açığından yüzde 38 oranında daha fazladır. Kısacası, büyüyen cari işlem açığının ana nedeni, mal ithalatı ile ihracatı arasındaki makasın sürekli açılmasıdır; yani dış ticaret açığıdır. IMF patentli ‘enflasyon planlaması’, Merkez Bankası’nın döviz kurunu hedeflemesine imkân vermiyor; ucuzlayan döviz, GB’nin de katkısıyla Türkiye sanayiini girdiler yoluyla dışa bağımlı kılıyor; sanayi üretim ve ihracat hacmindeki her artış, artan oranlarda katma değerin ve istihdamın ülke dışına aktarılması ile sonuçlanıyordu.” (haber.sol.org.tr)

4.Kapitalizm, üretim araçlarını ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmekle birlikte insanlığın temel ihtiyaçları (beslenme, barınma, giyim) başta olmak üzere eğitim, sağlık vd. taleplerini hep “kâr” hırsı üzerinden biçimlendirmeyi yapısında barındırdığından, hem plansızlıklara hem de rekabetin yıkıcılığına yol açar. Kaynakların yağmalanması, doğanın tahribatı ve çevrenin kirlenmesi yanında, pazar paylaşım çatışmalarından kaynaklanan yerel ve bölgesel savaşlar bunun en çarpıcı çıktılarıdır. Bugün ülkemizin de odağında bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirilmek istenen BOP’un yarattığı gerilimler, kapitalizmin bu krizini tetikleyen unsurlardan biridir.

Şimdi, 2008’de ABD’den başlayarak bağımlı tüm ülkeleri, piyasaları sarsan krizi idare edebilmek için G-7 olarak adlandırılan emperyalist ülkeler, geçenlerde Roma’da, ekonomi ve maliye bakanlarıyla merkez bankası başkanlarının katıldığı bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda “Piyasaları normalleştirmeye yönelik acil önlemler, başta Uluslararası Para Fonu (IMF) olmak üzere uluslararası kuruluşların reforma tabi tutulması, korumacılıkla mücadele, muhtelif ülkeler arasında koordineli ve müşterek önlemlerden oluşuyor. Taslak metinde, güveni yeniden sağlamak, finans piyasalarındaki koşulları iyileştirmek, toparlanma ritmini hızlandırmak için mali piyasalar ve ekonomide istikrar sağlanmasına öncelik verilmesi isteniyor. Bu çerçevede, likidite ve sermaye sağlanmasına ile şirket bütçelerinin temizlenmesine devam edilmesi gerektiğine de işaret ediliyor.” (www.milliyet.com) Bunlar ne demektir? Emperyalist ülkeler hiçbir reel sektörde karşılığı olmayan finans politikalarıyla (karşılıksız para basarak vs.) emek sömürüsü başta olmak üzere, bağımlı ülkelerden kaynak aktarımlarına hız verilecektir. Bilindiği üzere Türkiye’deki sermaye gruplarının sözcüleri (TÜSİAD, TİSK, MÜSİAD vd.) de hükümetin IMF’yle bir an önce anlaşma yapmasını istemektedirler. Türkiye kapitalizminin, emperyalizmle işbirliği halinde hem içte hem de Ortadoğu bölgesindeki politikalarına en uygun bir kombinezonla hükümet olan AKP ise, “Amerikan bayrağı altında “Yeni Osmanlıcılık” açılımlarıyla bu süreci yönetmeye çalışıyor.” (www.sol.org.tr) Bu ne demektir? Bir yandan 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere kadar emperyalist merkezlerden aldığı krediler ve emekçilerin sırtından oluşturulan kaynaklarla “yoksullar”ın ağzına bir parmak bal çalınacak, diğer yandan da kafası karışmış, rotasını şaşırmış kitlelerin kafasında dinsel ve milliyetçi büyüme ideolojisini yaygınlaştırarak, sermayeye ve AKP’ye yönelecek sınıfsal tepkileri etkisiz hale getirmek.

Tes-İş Sendikası Dergisi’nin Ocak 2009 sayında yer alan araştırmaya göre, istihdamdaki toplam nüfus 22 milyon 277 bin kişi olurken, bunun 10 milyon 115 binini herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 11 milyon 398 bin kişiden yüzde 17.5’ oranındaki 2 milyon kişinin kayıt dışı çalıştığı belirtildi. Toplam sayıları 1 milyon 640 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 89.8 oranındaki 1 milyon 472 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. İşveren olarak faaliyet gösteren 1 milyon 219 bin kişiden yüzde 27.4 oranındaki 334 bini ile kendi hesabına çalışan 4 milyon 740 bin kişiden yüzde 66.8 oranındaki 3 milyon 166 bininin de sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor. Bu acı tabloya, Türk-İş üyesi işçiler çoğunlukta olmak üzere sendikalı on binlerce işçinin iş sözleşmelerinin feshi, ücretli ve çoğunlukla ücretsiz olmak üzere işten çıkarmalar yoluyla işsiz kalmaları eklenmiştir.

Peki, bu tablo karşısında işçi ve emekçilerin sendikal ve demokratik kitle örgütlerinin konumu, gücü ve politikaları ne? Büyük kamu iktisadi teşekküllerinin hızla özelleştirilmesi karşısında ciddi ve ortak bir direnç geliştiremeyen sendikalar, özellikle Türk-İş, son 10 yılda büyük üye kaybına uğramıştır. Birleşik Metal-İş üzerinden sanayi alanındaki özel sektörde örgütlenmeye çalışan DİSK, bu alanda AKP döneminde işbirlikçi sendikalardan Hak-İş’in önünün açılması nedeniyle fazla güç biriktirememiştir. Güçleri bu denli zayıflamış olan Tük-İş, DİSK, KESK; önce kendi başlarına farklı işkollarında “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!” tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardır. “Teğet geçecek” denilen kriz derinleştikçe, bir araya gelerek 15 Şubat 2009’da Kadıköy Meydanı’nda Türk-İş, DİSK ve KESK’in çağrısıyla düzenlenen “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz; İşsizliğe ve Yoksulluğa Karşı Birleşik Mücadele! Emek ve Demokrasi Mitingi”ni düzenlemişlerdir. Bu mitingde, Türkiye’de işçi ve emekçilerin sendikal örgütlerinden ileri konumda olduğu belirtilen DİSK ve KESK Genel Başkanlarının açıklamalarının özü şudur: “İktidarın süreci yönetemediğini söyleyen Çelebi, emekçileri üzerlerinde oynanan oyunu bozmaya ve mücadeleye çağırdı. Mitingin son konuşmasını yapan Sami Evren konuşmasına ‘Yaşasın sınıf dayanışması’ sloganıyla başladı. Krizin asıl tetikleyicisinin kontrolsüz sermaye hareketleri olduğunu söyleyen Evren, ‘Yapılması gereken, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesidir. Paranın rantını yiyenlerden alınan vergilerin arttırılmasıdır’ dedi. Hükümetin sermayenin çıkarına uygulamalara gittiğini belirten Evren, krizin patronların kasasına para akıtılarak aşılamayacağını söyledi. Evren, siyasal alanda bir demokratikleşme programıyla desteklenmeyen bir ekonomik çözümün etkili ve kalıcı sonuçlar doğurmayacağının altını çizdi.” ( (Sendika.Org’un haberi)) Bu değerlendirmeler gösteriyor ki sendikalar, sermaye sınıfının “kriz”e çözüm üretmesini bekliyorlar, sanki “kriz” onların birikimlerini yeniden düzenledikleri bir mekanizma değilmiş gibi.
Sendikal hareketin kriz karşısında ne yapması gerektiğine dair en kapsamlı değerlendirmeyi, patronların krizin bedelini her dönemde en çok kendilerine fatura ettiği gerçeğini bilen KESK’li kadınlar yapmışlardır. 1 Şubat'ta Ankara'da gerçekleştirilen "Biz Kadınlar Krizin Yükünü Taşımayacağız" Başlıklı Kadın Forumu'nun Sonuç Bildirgesi’nde şunların altı çizilmiştir:

“Biz KESK’li kadınlar sorumlusu olmadığımız krizin faturasını ödemek istemiyoruz! Bunun için; Cinsiyetçi istihdam politikalarına; Kadınları kriz dönemlerinde eve ve çocuk doğurmaya yollanacak yedek iş gücü olarak gören sermaye zihniyetine; Güvencesizleştirmeye; Enformelleşmeye; Sosyal hakların budanmasına; Bakım hizmetlerinin ortadan kaldırılmasına karşı çıkıyoruz! Biz KESK’li kadınlar olarak önümüzdeki dönemde aşağıdaki talepler için mücadeleyi yükselteceğiz!

• Dış borçlar iptal edilsin, kaynakların yoksullar ve kadınlar için kullanılmasına yönelik istihdam ve destek politikaları uygulanmalıdır.
• Sermaye hareketleri kontrol edilsin, servetten ve gelirden vergi alınmalıdır. Bu kaynaklar krizin yükünü çeken, işsiz, yoksul ve kadınlar için istihdam ve destek programlarında kullanılmalıdır.
• Kadınlara güvenceli, kayıtlı iş sağlayacak istihdam politikaları geliştirilsin ve hayata geçirilmelidir..
• Bakım hizmetleri toplumsallaştırılmalıdır.
• Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesine ve özelleştirilmesine son verilmelidir.
• Kamu kesiminde istihdam yaratıcı politikalar oluşturulmalı; eğitim, sağlık, çocuk ve yaşlı bakımı gibi toplumsal hizmetler alanında kadınlara öncelik tanıyan istihdam politikaları geliştirilmeli. Ayrıca, yeşil enerji, tarım ve sosyal hizmetlerde istihdam yaratıcı yatırımlar yapılmalıdır.
• Kar eden özel işletmelerde işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yasaklanmalıdır..
• İflas eden fabrikalar kamulaştırılmalı; . taşeron sistemine son verilmeli, kayıt dışı çalıştırma yasaklanmalı; ; ücretler düşürülmeden çalışma saatleri kısaltılmalıdır.! Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalı, , tüm çalışanların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.
• TKY, Performans değerlendirmesine son verilmelidir.
• Fazla çalışma kaldırılmalıdır.
• Temel ücretler yükseltilmeli ve ek ücretler emekli keseneğine dahil edilmelidir.
• Personel eksikliği kadrolu personel istihdamı ile giderilmelidir.
• Özelleştirmeler durdurulmalı, özelleştirilen kurumlar geri alınmalı.
• İşsizlik fonu ve hazine olanakları işsiz ve yoksuların desteklenmesi için kullanılmalıdır.
• SSGSS yasası geri çekilmelidir.
• Tüm kamu kurumlarında, semtlerde ya da diğer ortak mekânlarda, kreş, gündüz bakım evleri ve emzirme odaları kurulmalıdır.
• Ebeveyn izni kabul edilmelidir.
• Yasada öngörüldüğü gibi nüfusu elli bini aşan yerleşim birimlerinde kadın sığınma evleri kurulmalıdır.
• Sözleşmeli personele eş durumu tayini hakkı verilmelidir.
• Anadili farklı olup Türkçeyi bilmedikleri için eğitim, sağlık, istihdam gibi hizmetlerden yararlanamayan kadınlar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

Tüm bu taleplerimizin hayat bulmasının örgütlü gücümüze ve mücadelemize bağlı olduğunu biliyoruz. Bunun için; her şeyden önce örgütlü gücümüzü büyüterek, işyeri merkezli mücadelemizi yoğunlaştıracağız.”

Şimdi başa dönüyorum; kapitalizmin yapısından kaynaklanan “kriz”in sürekliliğine vurgu yapmış ve bazı kriz dönemlerinde kapitalizmi alaşağı eden işçi devletlerinin, halk cumhuriyetlerinin kurulduğunu çağrıştırmıştım. Bu krizin de, geçen on yılda Venezüella ve Bolivya’da, giderek başka Latin Amerika ülkelerinde yağa kalkan işçi ve emekçilerin, halkların yaptığı gibi emperyalizme bağımlılığa son veren devrimlere imza attıkları gibi, Türkiye vd. bağımlı ülkelerdeki işçi-emekçilerin ekonomik mücadeleyle siyasal mücadelenin diyalektik bağını iyi kuran bir siyasal önderliğe yoğunlaşmaları tek çıkış yoludur. Bu yol; hem ülkemizin bağımsızlığını ve tüm kaynaklarını halkın yararına kullanımını sağlayacak hem de eşitlik ve özgürlük mücadelemizi zafere taşıyacaktır.
Anasayfa

*İnsanlığı kimler kurtaracak?

23 Ağustos 2007 - Müslüm Kabadayı

TTK Başkanı olacak kendini bilmez profesörlerden Halaçoğlu’nun Kayseri’de Dadaloğlu gibi Osmanlı’nın zorunlu iskanına kafa tutmuş, fermanını dinlememiş bir mücadele ozanı adına yapılan şenlik öncesindeki bir toplantıda yapmış olduğu şovenist konuşma, Türkiye’de haklı tepkilere ve ciddi tartışmalara yol açtı. Bu tür konular biraz farklı, insanlığın kültür tarihini irdeleyip ortak noktaları yakalamak bakımından beni teşvik etmişti. Halaçoğlu, birçok konu yanında “Kürt Alevilerin bazılarının tehcir sırasında Ermeni’den dönme olduklarını” ileri sürmüştü. Bunu açıklarken güttüğü siyasetin, hem Ermenileri aşağılama hem Kürtleri kendi aralarında bölme hem de Türkiye yurttaşları arasında yeni ayrımlar yaratma doğrultusunda olması, hiçbir biçimde tasvip edilemeyecek bir yaklaşımdır. Onun iddia ettiği gibi “bölünme”ye karşı “bütünleme” bu anlayışla sağlanamaz, tam tersine ırkçı anlayışlara ve emperyalistlerin Türkiye’ye daha derinlemesine nüfuz etmesine zemin hazırlar. 1915’lerde olduğu gibi…

"Dönmelik üzerine

Konu açılmışken bu “dönme” meselesine değinmek istiyorum. Aklım erdiğimden itibaren başta annem ve babam olmak üzere yakınlarımla kendi geçmişimize dair konuşurdum. Annemin “Oğlum, bizimkiler kılıçtan dönme!” derdi. Bunu daha çok Türklerin Müslümanlaştırılmasının “kılıç zoru”na dayandığını anlatmak için söylerdi. Zübeyde’yle tanışıp evlendiğimizden bu yana Divriği Türk Alevileriyle ilgili gözlemlerim, küçük çapta yaptığım araştırmalardan edindiğim kanıya göre, inanç ritüelleri dışında her şeyimiz benziyor. Söz dağarcığımız ortak, tarım kültürümüz çok benziyor, birtakım adetlerimiz aynı. Son yıllarda artan tarikatçılık öncesinde, bizim çocukluğumuzda tanık olduğumuz Yayladağı’na bağlı Kışlak’taki düğün dernek, yaylacılık, hayvancılık, halk hekimliği, Şamanist ritüeller vd. birçok şey Divriği’ye bağlı Ödek’te de var. Ödek’tekiler Şaman kültürünü “Alevilik” çerçevesinde sürdürürken, bizimkilerde “saz-cem” kültürü olmamış. Bu da çok eskiden vardı da sonradan mı bırakıldı, bilemiyorum. Yalnız, köyümüzden bugüne kadar herhangi bir aşığın çıkmamış olması (yaklaşık 400 yıllık bir tarih) böyle bir geleneğin olmadığını gösteriyor.

Demek ki, bizimkilerin göç serüvenleri, ozanlık geleneğinin yok edilebildiği bir yol izlemiş. Yalnız şunu belirtmek gerek ki, annemden biliyorum, köylümüz türkü, mani, eğlence kültürü bakımından müzikle oldukça ilgilidir. Tek sorun, daha çok kadınların kullandığı darbuka (dümbelek) dışında bir enstrüman çalınmamasıdır.

Şimdi “dönme” sorununa felsefi yaklaşmak gerekirse, “dönme”liğin, insanların yaşama istencinin, varlığını sürdürme güdüsünün tezahüründen başka bir şey olmadığını görüyoruz. “Dönme” olup önceki inancını gizli sürdürenler, tümüyle asimile olup “döndüren toplum”a karışanlar, bunların hepsini, varlığını sürdürme-yaşama bağlılık çerçevesine aldıktan sonra, ikinci konuya geçiş yapabiliriz. “Dönme” olgusunu ortaya çıkaran jenosid, katliam, tehcir, tehdit vd. uygulamaların hepsi, “dönenler” arasında mutlaka bir karşı-tepkiye yol açar. Özellikle “çekirdek örgüt” yanı bulunan topluluklara uygulanan baskılar sonucunda gündeme gelen “dönme”, gizlilik temelinde inanç, etnik doku veya idealleri var etme güdüsünü, bilincini perçinler. Yahudi dönmelerinde bunun çok açık örnekleri görülür. Şimdi Halaçoğlu’nun açıklaması, “dönme” olgusunu yaratan kavim, toplum veya ulusun, hatta siyasetin, bu uygulamaya yol açan kültür dokusunu sorgulamayı gündeme getirmelidir. Gerek emperyalist, gerekse şovenist eğilimlerin nasıl ortaya çıktığı sorgulanmalıdır. Bu açıdan baktığımızda yeryüzünde tarihsel açıdan bu eğilimlerin dışında kalmış, barış kültürüyle yoğrulmuş örneklerin güncellenmesi, böylece “ebedi barış”a yönelik siyasetlerin güçlendirilmesi hedeflenmelidir. Yoksa şimdi kimi çevrelerin yaptığı gibi “Halaçoğlu fenomeni”ne aynı amaca hizmet eden Alevicilik, Kürtçülük fenomenleri eklenir ki, “ebedi barış” siyasetimize balta vuran ırkçılığı, milliyetçiliği, mezhepçiliği yeniden yeniden üretmiş oluruz.

Hasan Önerler oldukça insanlık yaşayacak

Burada çarpıcı bir örnek oluşturduğu ve sömürücü, ayrımcı, baskıcı siyasete karşı alternatif damarı gösterdiği için, 1970’li yılların önemli demokratik kitle örgütlerinden POL-DER’in Genel Başkanlığını yapmış Sıtkı Öner’den öğrendiğim bir olayı aktarmak istiyorum.

Osmanlı’nın son döneminde doğan Sıtkı Bey’in babası Hasan Öner, o zaman Haçin’e bağlı Şar nahiyesindeki ilkokulda öğrenim görmüş. (Hasan Öner’in ailesi, Koçgiri aşireti olarak bilinen Kürt Alevilerinden olup 1915’te Toroslar’daki Kayapınar köyüne yerleşmiş.) Dolayısıyla o yörede modern eğitim-öğretim yapan bu okula Kayapınar köyünden gidip gelmek zor olduğu için, orada oturan ve Öner ailesiyle yakın dostluk kuran Ermeni kökenli bir öğretmenin evinde kalmış. İlkokulu orada tamamladıktan sonra Kayseri Pınarbaşı’ndaki Rüştiyeyi de bitiren Hasan Bey, evin en büyük çocuğu olarak araziye dönmek zorunda kalmış. Gün gelmiş atıyla avlanmak için ormanda dolaşırken birkaç kadının bir çocuğu hırpaladıklarını görmüş. Neden çocuğa vurduklarını sorduğunda “O Ermeni dölü Hasan Ağa” demişler kadınlar. Hemen çocuğu onların elinden alarak kimin oğlu olduğunu sormuş. Çocuğun, ilkokulu okurken yanlarında kaldığı Ermeni öğretmenin evladı olduğunu öğrenince de onu, atına atıp evine getirmiş. Onu aileden biri olarak görüp büyütmüş ve birçok badirelerden sonra kardeşi olarak nüfusa Dursun Öner adıyla geçirmiş.

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olmak” misali, öğretmeninin emeğine duyduğu derin saygı ve insan sevgisi Hasan Öner’in eşitlikçi bilinciyle yoğrularak Dursun Öner’in her zorluğu yenmesine katkıda bulunmuş. Bu sıkıntılardan biri şöyle atlatılmış. Evlenme çağına gelen Dursun Öner, bir gün köyden Vahide adlı bir kıza aşık olmuş. Kızın babası, “Ben Ermeni çocuğuna kızımı vermem.” demiş. Bu söze çok bozulan Dursun Öner, evden bıçağı alıp giderken Hasan Bey’le karşılaşmış. Onu yatıştıran Hasan Bey, Vahide’yle evlenmelerini sağlamış.

Hasan Bey’in eşitlikçi anlayışı, Dursun Öner evlenince ona kendi mülkiyetindeki malın yarısını vermekle somutlanmış. Dursun ve Vahide Öner çifti çoluk çocuğa karışıp çevrede sevilen bir aile olmuşlar.

Sarız’a bağlı Ördekli köyünde tehcir sırasında ortada kalan Ermeni kızlarından biri oradakilerle evlenir, çoluk çocuğa karışır Dursun Öner gibi. 1960’lı yıllarda bir vesileyle Lübnan’a göçen yakınlarını görmeye giderler. Ermenilerle konuşurken Dursun Öner’in hikayesini anlatan bu kadından, Beyrut’ta komiserlik yapan Mizak Bozdikyan bilgi alır ve teyzesinin oğlu olan Dursun Öner’i görmek üzere Türkiye’ye iki kez gelir. Sofralar kurulur, özlem giderilir, ortalık şenlenir ve sözü alan Mizak Bozdikyan şöyle der: “Hasan Bey, dünyada senin gibi insanlar var oldukça insanlık yaşayacak.”

Bu öyküyü Sıtkı Öner’den dinleyince hemen aklıma Halalı Bayram dedemin aynı olaylarda bizim dağlara sığınmış olan Kesaplı (Şimdi Suriye’nin Yayladağı sınırındaki bir kasabası) bir kadının “Gerbom” diye ağıt yaktığını duyup onu evine alarak koruyup kollaması geldi. Öyküsünü yazıp yayımladığım buna benzer binlerce olay yaşanmıştır bu topraklarda. Dolayısıyla bu büyük acıları dindiren Kürt Alevi kökenli Hasan Öner ve Türk Sünni Halalı Bayram gibi insanların çoğaldığı bir Türkiye, bir Dünya oluşturmak tek insani ve doğru çözüm yolumuz.
Anasayfa

*"Aşkın ve Başkaldırının Şairi" Adnan Yücel Şiiri'inde Diyalektik İmgeler

"Aşkın ve Başkaldırının Şairi" Adnan Yücel Şiiri'inde Diyalektik İmgeler Şairin tüm şiir kitaplarında görülen ortak izleklerin başında emek, mücadele, zafer, özgürlük, üretkenlik, aşk, doğa, insan ilişkilerindeki savrulma, sevgiliyle doğallığı arayış ve doğaya dönüş gelmektedir.

Yücel, şöyle demektedir: "Bence şiirin temelini çocuk, çiçek, müzik, aşk, dostluk, kavga oluşturur." Onun, bu yaklaşımı doğrultusunda şiirini kurarken imgeleri oluşturma yöntemleriyle şiirindeki imgelerden diyalektiği besleyen örnekleri şöyle özetleyebiliriz.

"Çiçek" îzleğine Örnek:

"Ben yine sevinçten ve coşkudan yana

Bildikleri gibiyim dostların

İki çiçek büyütüyorum

Yaz göğünü kucaklayan penceremde

Bir gürültülü kokusuyla fesleğen

Bir de haykıran moruyla menekşe

Suladıkça diyorlar ki bana sessizce

Aşkı tutsak edersen cüzdanlara çeklere

Suların ışıklı türküsünü

Bir daha taşıyamazsın çiçeklere"


"İmge"lerle "tüt" oluşturma :

"Ey imge pınarı, dokun bu yerlere

İşte yağmur öncesi gökte pamuk tarlaları

Yerde bulutlar küme küme gezinirler

Dokun ki dile gelsin

Bir nehrin sesine denk çoğalan renkler"

(Çukurova Çeşitlemeleri 1)

"İmge pınarı" ile "nehrin sesi" arasında tüt oluşturulmuştur.



Anjabman tekniğiyle bağdaştırılmış İmgeler:

"Yeşil saçlı küçük bir derenin

Akışında unuttuk çocukluğumuzu"

"Yalnızca onurun sularıyla yeşeren

Nehirlerin ezgili saçlarını

Her sabah soluğuyla tarayan

Düşler mi dondu buzul sessizliğinde"

(Güllerin Söylediği)



"Çoklu İmgelem "e Örnek :

"Çok lifli bir düş urganıydı zaman"

"Mendilimde öfke çıkınımda bilinç"

Yücel Şiirinde Diyalektik İmgeler

"Yoksa dün erkendi diyor o dost

Yarınsa yine geç kalınacak"

(Bir Yer altı Nehrini Beklerken)

"Dün'ün gecelerine gömülen gözleriniz

Hani nerede

Yarın adına"

(Dönüm Noktası-2)



Zıtların Birliği ve Mücadelesi:

"Susmak gül açmaz bu yarada

Sıcak bulutlara sevinmez toprak"



Korkunun rengi düşmüş bir güzelliğe

Yaşamın al yanaklarında lekeler"



Demek ki ölüm korkutmuyor artık

Demek ki gelecek yakın"

(Soframda Kaval Sesi)



Aktarmalarla Oluşturulan Diyalektik İmgeler :

"Anıların neyzen dudağında bir neydi

Yolları hep umuda çıkıyordu hüznün

Islıklı rüzgârlar koşuyordu saçlarında

Sesinde turnalar geçiyordu bölük bölük

Demir attığın umut adaları

Yüzündeki denizlerde vardı yalnızca"

(Şiir Adına)



Parça-Bütün Diyalektiği:

"Söyle ayrık tarlasında güller duysun

Yarını bugünden gören canlar duysun"

(Ciğer Parem)

"Denizler dolusu zamanın

Bir damlacık anında

Sahte sevinçlerdir

Ölüp de anılar çukuruna gömülen"

(Nar Ülkesine Son Şiirler)



Yeniden Üretim-Gelişim ve Sonsuz Devinim:

"Her dalıp gidişinde

Bin şiir çıkarıyor belki gözlerin"

(Direnç Çiçeği)



Doğa-İnsan Diyalektiği:

,"Duygudan yana çırılçıplak ve ak

Zakkum nehirlerini izleyip koklayarak

Çakılıp kalmışım göğsüne

Renklerinin okyanusunda boğularak"

(Çukurova Çeşitlemeleri 2)

"Akdeniz sıcaklığından alıp seni

Marmara'nın serinliklerine taşır

Bir türküye dönüşürsün ki dilimde

İnancın toprağın nabzına karışır"

(Çukurova Çeşitlemeleri 8)



"Aşksız ve paramparçaydı yaşam

Bir inancın yüceliğinde buldum seni

Bir kavganın güzelliğinde sevdim

Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek



Düşlerin sonsuza koştuğu yerde

Sabrın çiçeklerini açtığı yerde

Asla kapanmaz yaşanan defter

Çünkü tarihin en güzel yerinde

Son sözü hep direnenler söyler"



Biz de,

"Şiir ölene dek

Adnan Yücel yaşayacak..." diyoruz.

Müslüm Kabadayı
Anasayfa