2010/06/07

*TEKEL İŞÇİLERİ NELER YAPTI, NE YAPMALI?

Müslüm Kabadayı

TEKEL İŞÇİLERİ NELER YAPTI, NE YAPMALI?

Zonguldak Maden İşçilerinin direnişinden bu yana, son 20 yılda Türkiye işçi sınıfının sürekli mevzi, hak kayıplarıyla gerilediği bir dönem yaşandı. Sermayenin uluslar arası örgütleri olan Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF üzerinden planlanan “özelleştirme, esnek çalıştırma, sosyal güvenliğin budanması” gibi politikalara karşı kapitalist ülkelerde ciddi bir sınıf mücadelesi gelişmedi, özellikle sendikalar sınıfta kaldı.
Türkiye, 1995’te altına imza attığı GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) dayatmaları doğrultusunda birer kamu hizmeti olarak “sosyal devlet”in vazgeçilmez niteliklerinden olan sağlık, eğitim, adalet, güvenlik vd. alanlardaki yükümlülüklerinden, kazanılmış hakları da ortadan kaldırarak anayasal ve yasal değişiklikler yaptı. Sağlık ve eğitimde yaşanan özelleştirmelerin bedelinin nasıl ödendiğini,okula giden öğrencilerin har(a)ç vermedikleri için okullarını bırakmak zorunda kalmalarından; hastanede rehin kalan hasta ve cesetlerden biliyoruz. Son zamanlarda her kurumun kapısına dikilen “özel güvenlikçi”lerin hakkını arayan, bir yanlışa itiraz edenlere nasıl saldırdıklarını, duvardan insanları aşağıya attıklarını görüyoruz. Bunların yanında tarımın çökertilmesiyle köylünün göç başta olmak üzere nasıl geçim sıkıntısına düştüğünü, aile facialarının, ahlaki çöküntünün gazete sayfalarını nasıl işgal ettiğini de görmeyen yok artık.
İşte bu koşullarda son dönemin en vurguncu ve geniş kapsamlı özelleştirmesi Tekel işçilerine dayatıldı. British Amerikan Tabacco’ya sigara fabrikaları daha önce satılan Tekel işçilerinin önemli bir kısmı, bizim işyerlerimizde nasıl olsa bu yapılmıyor, anlayışıyla sessiz kalmışlardı. Örneğin Adana Sigara Fabrikası’yla yaprak tütün işleme arasında 1 km’lik mesafe yokken, sigara fabrikasındaki işçilerin özelleştire karşıtı eylemlerine destek vermekten kaçındılar. Niçin? “Özelleştirme” adlı saldırının, topyekun işçi ve emekçilere yapıldığının, hatta Türkiye’nin geleceğini satın almak anlamına geldiğinin farkında değillerdi. Onları bu konuda eğitip örgütleyecek ne sendika, ne de onlarla sürekli ilişki içinde örgütleyerek mücadeleye sevk edecek sınıf partisi çalışması vardı. Öne çıkan öncü işçileri ya da siyasi sınıf bilinci kazananları da sendika-işveren işbirliğiyle harcamaya çalışmaktaydılar.
Yaklaşık 12 bin işçinin Tekel’de uygulanmak istenen “4-C” olarak da kodlanan “güvencesiz çalıştırma” politikasına karşı iki yıl önce Tek Gıda-İş ve bağlı bulunduğu Türk-İş ciddi bir tepki koysaydı, bugün Tekel işçileri 76. gündür çadırlarda mücadele yürütüyor olmayacaktı. O zaman, bir süre erteleme vaadiyle kandırılan işçilerin büyük çoğunluğu, işyerlerine döndüklerinde, bugünleri öngörmemişlerdi. Böyle olduğunu, direnişin 27. gününde kaleme aldığım, “”Öğrenirken Öğretenler: Tekel İşçileri” başlıklı yazımda, bizzat işçilerin ağzından aktarmıştım. Daha sonra çadırlarda türkü söyleyen işçilerin, “İndim havuz başına/ Polis çıktı karşıma/ Eylem nedir bilmezdim/ O da geldi başıma” dizelerinden bunu teyit etmek mümkün…

İki buçuk ayı aşkındır Ankara’nın göbeğinde “insanca yaşam ve onurlu çalışma hak”kı için mücadele eden Tekel işçileri, bir yandan emek kavgasının ne denli derinlikli olduğunu kavradılar, diğer yandan da aileleri başta toplumun haksızlıklara karşı bastırılmış vicdanlarını harekete geçirdiler. Yağmur, kar, soğuk, çamur demeksizin bir yandan günlük sorunlarıyla boğuşurken sendika ağalarının izledikleri işbirlikçi politikalara karşı haykırdılar, onları hep zorladılar; diğer yandan içlerinden öncü işçiler yetiştirdiler, onlarla olup bitenleri değerlendirip eylemi yönetmeye çalıştılar. En önemlisi de eylemlerde sınıftan kopuk ve provokasyona açık hareket eden çevrelere de “sınıf dayanışması nasıl olur”u öğrettiler. Doğrusu, bu kadar uzun sürede ufak tefek yanlışlıklar dışında sosyalist güçlere de ivme kazandırdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tekel direnişçileri, sınıf ve siyaset ilişkisinde oldukça zengin veri sunduğu gibi sanata da ciddi katkı verdi, diyebiliriz. Şöyle: Çadırların her bir köşesinde, iplere asılı kartonlarda yazan mizahi sözler, şiirler, karikatür ve resimler yanında buralardan fotoğraf çekenler, belgesel oluşturanlar…
Mücadele edenlerin, “haksız güçlüler” karşısında mizahlarını da silah olarak kullandıkları hep bilinir. Moğol istalasının yıkımına karşı Nasrettin Hoca’nın fıkraları gibi. Tekel işçileri de işbirlikçi AKP Hükümetinin saldırlarına karşı güçlü bir mizah yaratmış durumdalar. Hataylı işçilerden öğrendiğim birkaç mizahi anlatımı buraya aktarmak istiyorum.

Reyhanlılı işçi Murat Basık, “Şimdi ülkemizde aylarca domuz gribi korkusu yarattılar. Bakın biz, nerdeyse bir aydır binlerce kişi bir aradayız, bizde domuz gribi filan olmadı. Demek ki domuzlar başka yerdeymiş. Biz haklı mücadele verenlere, ülkesini ve halkını sevenlere domuzun dokunamayacağını kanıtladık böylece.”

Yayladağlı işçi Bülent Tüfek, Abdi İpekçi Parkı’ndaki gösteride, polis biber gazı sıktığında elinde ekmekle havuza düşen işçilerden biri olan Antakyalı Faruk’un, şimdiki Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in süt kardeşi olduğunu vurguluyor. Bu işçinin, daha sonra Mithatpaşa Caddesi tarafında kümelenen polislerin yanına giderek, “Kardaş şu biber gazından biraz sık sana! Bak, biz medyanın gündeminden düştük ha!” dediğini, genç polisin de buna çok şaşırıp, “Git belanı başka yerde bul!” diye söylendiğini anlatıyor.

Samandağlı Meryem Özbay, eşi ve çocukları kendilerine destek için geldiğinde, “Ailecek burada ne yapacaksınız?” diye soranlara, “Çankaya Belediyesi’ne gidip çadır kentimiz için ikinci kat çıkmak istediğimizi haykıracağım!” diyor.
Evet, yaşamın tüm birimlerinde olduğu üzere mücadele öğretiyor, insanları yaratıcı kılıyor. Tekel işçileri mücadelelerinin en yaratıcı noktasına gelmiş durumdalar. Artık, bugünlerde “4-C”yi imzalayan arkadaşlarını da sorgulayan, kendilerini sık sık ortada bırakan Türk-İş başta olmak üzere işçi ve emekçi sendikaları konfederasyon yönetimlerini de aşan, kamuoyunun vicdanına daha güçlü biçimde seslenen bir “vuruş” yapmak durumundalar. Danıştay’ın 4-C’yle ilgili süreyi uzatma kararı çıksın çıkmasın, bu “vuruş”un içeriğini, “Ölmek var, dönmek yok!” şiarına uygun biçimde planlamak, uygulamak durumundalar. Mücadeleden dönmeyen kaç bin işçi kalmışsa, sınıf dayanışmasına omuz veren diğer sendikalar ve emekçilerle, esnafla bu “vuruş”u örgütlemeliler. İşte o zaman, 20 yıl sonra, neo-liberal saldırılara karşı sınıfın uyanışına, halkın vicdanının canlanmasına katkıda bulunan işçiler olarak, tarihe, “Mücadele er geç kazandırır!” mesajını geçireceklerdir.

fotğraflar: m.korkmaz
Anasayfa

* “MADEN”İ İÇİNDEN HARLAYAN ŞAİR : MEHMET YILMAZ

Müslüm Kabadayı

“MADEN”İ İÇİNDEN HARLAYAN ŞAİR : MEHMET YILMAZ

İnsanlar vardır, yaşamlarını doğaya, toplumsal ilerlemeye, siyasal mücadeleye adarlar. O insanlar, deneyimlerini örgütledikleri oranda amaçlarına daha verimlilik ve süreklilik kazandırırlar. Bazıları bunu doğrudan kurumsal örgütlenmelerle ortaya koyarken, kimileri de yapıtlarıyla bunu gerçekleştirirler. Mehmet Yılmaz, uzun yıllar iki biçimde de bunu hayata geçirenlerden. 1970’li yıllarda TSİP, Halkevleri çalışmalarında bunu yaşarken, aynı zamanda şiir, öykü üreterek gerçekleştirir.
Kitaplaşan üretimleri, yayımlandıkları yıl sıralamasına göre şöyle: Acunsal Masal (1967), Yılansırtı Dostluk (1974), Madencinin Günlüğü (1976-1994), Denkleyerek Hasreti (1982-2001), Yayla Çiçeğine Türkü (1990), Grev Günleri (1991), Kuzey Sesimle (1993), Bir Deli Daha (1998), El Eli Eleştirir (2000), Kerem Olayım Bahara (2000) Suyun Sesini Dinle (2008) şiir kitapları iken, Göçebe Yayınları’ndan 2000’de yayımlanan “Yarım Soluk Yaşamak” başlıklı kitabı ise yedi öyküden oluşur. 1960 sonrası Toplumcu Şiirimizin atardamarını, bir madencinin “ateşnefes”i ensesinde taşıma duyarlılığıyla imgeleştirdiği “çoğul söyleyiş”le sürdüren Mehmet Yılmaz’ın, söz konusu tek öykü kitabının başlığını taşıyan öyküsünde de, -450 metreden gelen karanlığı yaşantılarında nasıl anlamlandırdıklarını anlattığına tanık oluruz madencilerin. “Neden içiyorsun Adem Ağabey?” sorusu, bizim de içimiz kemirir ve yeraltının da aydınlatılması için yüreğimizi ortaya koyma istenci uyandırır. “Bir Garip Anı” öyküsü ise, yazarın erkek olmakla birlikte kadın dünyasını çok iyi gözlemlediğini, onların duyarlıklarını incelikli biçimde işleyebildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Öykülerinin dilinin şiirselliğine gelince, bir şairin öyküleri için doğal değil mi? “Ne ki toplumsal yapı, töreler, sorumluluklarım, aşılması olanaksız birer engeldiler önümde. Bastırmıştım tutkularımı. Bastıra bastıra bir daha uç verip yeşillenme olanağı bırakmaksızın köreltmiştim duygularımı.” (s.51) cümlelerinde olduğu gibi.
Öykü kitabına “Mehmet Yılmaz ve Şiiri” başlığıyla “Önsöz” yazan Öner Yağcı’nın verdiği bilgiye göre, nüfusta 1949 doğumlu yazılmakla birlikte 1847’de Giresun-Görele’ye bağlı Esenyurt köyünde doğar sanatçı. 1958’den sonra ilk gençliğinin ve olgunluk çağının geçtiği Zonguldak’la buluşur. Öner Yağcı’nın söylemiyle “gençlik yılları, toprağın bağrından kömür ve şiir çıkarmakla geçmiş.” Madenden emekli olduktan sonra Karya Kitabevi’ni açıp madenci kentine kitaplarla kültür merdiveni döşemeye çalışır. 12 sayı çıkan Uğraş dergisindeki Zonguldak’ın yetiştirdiği Ahmet Naim, İrfan Yalçın, Doğan Şadıllıoğlu, Fahrettin Koyuncu, İbrahim Yıldız üzerine yazılarıyla edebiyat dünyasına katkıda bulunur.
2009 ve 2010’da Zonguldak’ta düzenlenen Nâzım Hikmet ve Aziz Nesin’le ilgili panellere konuşmacı olarak katıldığımda tanıştığım Osman Günay, Özlem Yücesan, Ayhan Kiraz, Ahmet Öztürk, Kadir Tuncer, Engin Çöl ve yaklaşık on yıldır aralıklı görüştüğümüz Recep Adıgüzel’den öğrendiğime göre varını yoğunu buradaki sanatsal faaliyetlere adayan Mehmet Yılmaz, ekonomik sıkıntılar yanında yaşadığı vefasızlık nedeniyle Zonguldak’tan ayrılıp doğduğu Esenyurt köyüne döner. Şimdilerde köyünde muhtarlık yapan sanatçıya, Ayhan Kiraz’a imzalayarak verdiği “Suyun Sesini Dinle” kitabına düştüğü telefon numarasından ulaştığımda, konuşmayı şehvetle seven bir Karadenizli’yle karşılaştığıma hiç şaşırmadım. Çünkü 1987-1993 arasında Trabzon’da öğretmenlik yaparken, bu durumla her an karşılaşmaktaydım. Birkaç kez yaptığımız telefon görüşmelerinin birinde, Zonguldak’ın yetiştirdiği önemli şairlerden Rüştü Onur’un Devrek’te heykelinin dikilmesi, kitaplarının yeniden basılması için verdiği mücadeleyi anlatmıştı. Dönemin belediye başkanı ve kaymakamını, 25 şair ve yazarı “dinleme zahmeti”ne sokarak bunları gerçekleştirmeye ikna eden konuşmasından söz etmişti. Ardından da bu çabasına karşın daha sonra oraya gittiğinde kendisinin yabancılanmasından duyduğu üzüntüyü dile getirmişti. Doğrusu, hep verici olan insanların, sadece sanatçılar arasında değil, halk içinde de değerinin pek bilinmediğini görmekten büyük acı duyduğumu bir kez de ona söylemekten utanmıştım.
Onun bu durumunu, konumunu Kemal Özer, “Kuzey Sesimle” kitabına yazdığı “Beğenilme Tutkusundan Arınmış Bir Ozanın Hesaplaşma Şiirleri” başlıklı metinde şöyle dile getirir : “Ucu 70’li yıllara uzanan bir zaman dilimi içinde Zonguldak’ı hep Mehmet Yılmaz olarak da düşünüyorum: Ağzında her an yarım kalmaya hazır bir gülümsemeyle. Mehmet Yılmaz’ı tanıdığım ilk günden bu yana, konuşmasında ve davranışında ilk göze çarpan ‘saygı’ olmuştur. Yaptığı işe olsun, konuştuğu kişiye olsun her aman saygılıydı, her zaman da saygılı kaldı. Saygısızlarla dolu bir edebiyat ortamında bunun dikkat çekici olması elbette olağan. Yıllar boyunca şiirlerine gereken ilgi gösterilmesi. Kitaplarının üzerinde durulmadı. Ne var ki bu umursamazlık, onu hiçbir zaman yıldırmadı. Ne şiire, ne edebiyat dünyasına küstü. Savaşım içinde başına gelenleri göğüslerken yalnız bırakılmış olması da ondaki bu saygıyı azaltmadı. Kendi küllerinden doğar gibi silkinip kalktı hep. Olağan denemeyecek bir şey varsa, asıl bu!” (s.5)
Zihni T. Anadol ise, “Madencinin Günlüğü” adlı kitaba yazdığı “Tertemiz Bir Dil” başlıklı yazısında şairi şöyle tanıtır: “Özellikle kazma sallayan, yerin yüzlerce metre altındaki derinliklerde lağım atan, her an ölümün soğuk yüzüyle karşı karşıya gelen, dinamit patlatan sanatçılarımızdan Mehmet Yılmaz’ı görüyoruz toplum adına onur duyarak. Şiirleriyle tüm sınıf çelişkilerini önümüze seren, onlara sınıf bilincini duyurup yol gösteren, gerçekleri ayna gibi yansıtan bir proleter şairimizdir.” (s.6)
Sınıf mücadelesi tandırından pişerek olgunlaşanların, “anka”cılayın küllerinden doğmaktan başka şansları olamaz zaten. Böyle bir “proleter şair”in daha önceden edinme olanağı bulduğum tek kitabı İnsancıl Yayınları’ndan 1994’te çıkan “Madencinin Günlüğü”ydü. 6 Mart’ta Zonguldak’ta görüştüğümüz Zonkişot dergisinin yayıncısı karikatürist Ayhan Kiraz’la eşi Özlem Yücesan’ın incelemem için verdikleri Denkleyerek Hasreti, Kuzey Sesimle,Yayla Çiçeğine Türkü, Suyun Sesini Dinle şiir kitaplarını Ankara’ya döner dönmez elimden düşürmemiştim. Sonradan kendisinin gönderdiği öykü kitabını da okuyunca, bu emek kültürünün erini, işçi edebiyatının sanatçısını tanıtmak, okuduğum kitapları üzerinden poetikasına değinmek boynumun borcu oldu.
“Madencinin Günlüğü”nde Zonguldak’ı dizelerle şöyle betimler şair : “karaelmas diyarı burası/ yani diyar-ı gurbet/ bahriye eri uzun mehmet’in/ bir mutlu raslantı köseağzı deresinde/ siyah taşları bulup/ değirmenin ocağında yanışını deneyerek/ kırmızı yalımların karşısında/ buldum buldum diye haykırdığı/ ve emeğin metaya dönüşerek/ pazarda alıcı-satıcı bulmaya başladığı/ günden bu yana karaelmas diyarı/ diyar-ı gurbet // kürk kaftan samur yelek/ acılı yürek dövülü yürek” (s.8). “Karaelmas diyarı”nda 1968’de patlak veren büyük madenci direnişinden 1976’ya kadar maden işçisinin grizu patlaması başta olmak üzere yüzlerce can vererek çelik sanayi patronlarının tekerleklerinin dönmesine “dur” demek için yapılan eylemler, sendika ağalarının Genel Kurullarda oynadığı oyunlar, yeraltında kararan madencilerin sırtından Otel67’nin restoranında parlatılan viski, rakıları günlüğünde sınıfsal pencereden göründüğü yerine koyar şair. “Beyaz baretliler”in, yani polislerin “sarı baretliler”e yani madencilere karşı başlattığı zorlu saldırıda başarılı olamayınca askerlerin devreye sokulduğu 1968 direnişinden sonraki bir tabloyu, “Zonguldak Cumhuriyeti’nden Notlar” başlıklı yazımda bu durumu şöyle anlatmıştım : “Kilimli’deki askeri birliği gördüğümüzde Recep, ‘Burası 1960’lı yıllarda maden ocaklarında patlayan işçi eylemleri, grevler üzerinde Zonguldak’ın bazı ilçe ve kasabalarında kurulan ve işçi eylemlerini bastırmayı amaçlayan askeri birliklerin yerleridir. Biliyor musunuz, bu askerlerin iaşesi TKİ tarafından karşılandı hep.’ dedi. Sınıf mücadelesinde egemen sınıfın çıkarına bir kolluk sisteminin örgütlendiğini en açık örneğiydi bu anlatılan. Başka söze gerek var mı?”
“Gün güne gebedir/ aylar güne/ ben emeğe” diye başlayan “Güne Karşı” bölümüne şöyle başlar Mehmet Yılmaz : “kurtların kuşların uykuda yattığı/ ağustos böceklerinin assolist olarak katıldığı/ mezarlık kavaklarının senfoni çaldığı saatlerde/ tahtıravalli kurarım doğacak güneşe/ yerin yüzlerce metre derinliğinde // kazma kürek/ dışardan bakınca/ cesaret dolu bir yürek/ ne ecel terleri dökerim/ bir bilsen…” (s.32). “Ecel terleri döken” madencilerin ensesinden ölümün nefesi hiç eksilmez. Ailelerle birlikte yaşanan bu büyük acıyı şöyle dizelere döker şair: “mahşer günü hastanenin önü/ dilleri destan kadınların/ iki çeşme iki gözü” (s.40).
Zonguldak havzasındaki maden ocaklarında ecel teri dökenlerin büyük çoğunluğu kuşaktan kuşağa devrolunan işçi ailelerindendir. Ancak, 1960’lara kadar madenciler arasında çevre köylerden gelenler kadar Giresun, Trabzon, Artvin, Kars köylerinden gelenler de az değildir. Köylülerin işçileşme ve sınıf bilinci kazanma sürecine şöyle ışık tutar Mehmet Yılmaz : “nedir bu ücret fiyat kovalamacası/ körebe oyunu mu ki/ önüm arkam sağım solum sobe/ deyip gelesin üstesinden/ fındık bahçesi değil ki elinde girebi/ dolaşıp hüğüm hüğüm/ hamtefek eşeküzümü böğürten karadiken/ ne varsa çıkıversin içinden/ ne ki karşındaki/ yedi başlı ejderha gibi/ kapitalizm ve son aşaması/ tekellerin tröstlerin iktidarı/ holdinglerin cennet bahçesi/ emperyalizm/ elinde hançer // dostluk eli uzatışın ne” (s.55).
“Denkleyerek Hasreti” kitabında, doğduğu kent “Giresunlu kadınlar”ın gurbete giden eşleri ve çocuklarına duydukları büyük özlemi bir Karadeniz türküsüyle vurgular şair: “Fındık toplayan gelin/ Fındık dalda tekleme/ Kocan gitti gurbete/ Gelir diye bekleme” “Gurbetlik”in bir yaşam biçimi olduğu Karadeniz coğrafyasında “Denkleyerek Hasreti” şöyle der Mehmet Yılmaz: “gurbet sıla olur ellerimizde/ dayanamayarak direncine hasretimizin” (s.32). “şarap gibiyiz yıllanmış/ madende ovada damda/ ve küpü olmuşuz sabrın/ gökten yağanı içine sindiren toprak gibi” diyen şair, yaşam sevincini ve direncini şöyle imler: “boynunu uzattığında kardelenler/ tutamaz dağlar üzerinde karı” (s.26). Sanatsal bağdaştırmalarla imgeler oluştururken doğadan yararlanmasını ustaca bilen şair, “Önü Kirazdır”da kişileştirme sanatıyla bunu gerçekleştirir : “yarıladı mayıs/ önü kirazdır/ on beşinde kız gibi gülümsüyor şimdi/ canım dalbastı/ ve yanı başında/ bacılık kuruntusundaki vişne” (s.40). “Ses”in ayrışması ve örste gürzleşerek ortaklaşması diyalektiğini şöyle dizelere döker : “övüler öyküler dillenir/ kırılır sözcükler habire/ suya vuran ışıklar gibi/ benzemez ses sese // sen ey alıcı kuşu umudun/ sevdanın tümken kızı/ şavkır yüreğime/ örsünde bilincin/ gürzleşen sesin/ sesin sesim” (s.50-51).
Edebiyatımızda Divan şairi Levni’den modern şiirimizin güçlü kalemlerinden Ali Yüce’ye uzanan çizgide “boncuk/tespih şiir” olarak adlandırılan ilgili sözcükleri yan yana dizerek anlam yoğunlaşmasını vurucu dizelerle ortaya koyan söyleyişe, Mehmet Yılmaz’ın birkaç şiirinde de rastlıyoruz. “Türküler ve Şarkılar” şiirinden bir örnek : “karasaban çakmaktaşı döven buğday/ bel tokalak meel peştamal Keşan/ cevher yüksek fırın pota döküm çelik/ örs çekiç demir alınteri biçim/ buruşan deri yiten özlem/ akıp giden yaşamdır türküler” (s.22).
“Yayla Çiçeğine Türkü” kitabının girişinde Özer Başar’ın Mehmet Yılmaz’a atfen yazdığı “Umutsuz Şiir” yer alır. Son bölümü, şairin bir dizesine gönderme de içerdiği için buraya aktarmak istiyorum : “Yorgun ve terli karanlıkların sonunda/ güneş ışığınca umutlu oysa/ bitmedi bu serüven/ bitmeyecek diyen bilge dost/ yanlış zamanda ve mekanda damıttığı/ ince duyarlılığıyla sustu/ sustuk” (s.6). Gönderme yapılan dizenin, Adnan Yücel’in “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” şiirini de anımsattığını vurgulayıp bu kitaptaki şiirlerin birçoğunda tarihsel kişiliklere, olaylara, büyük sevdalara telmih yapıldığını belirtelim ve hemen örnekleyelim : “kızgın çöllere nakşettiği direnci/ leyla’yı kuşatan surları yıksaydı/ uçsuz bucaksız çöllerde yiter miydi/ mecnun’un sevdayı haykıran sesi” (s.7). “gür sesli kopuzlu Köroğlu değil/ körüğü üfleyen ferhat’tır öncülümüz” (s.19).
“resmini çiziyorum sevdanın/ mavice/ deryaların derinliği/ çağlayan köpüğü bir ilkyaz/ sarıyı devşiren bursa şeftalisinde/ kanat çırpan kelebek yüreğim” den (s.25) sonra “ustam promete” diyerek yine telmihe başvurduğunu görüyoruz şairin. Mehmet Yılmaz, bu kitabında yer alan bazı şiirlerde 12 Eylül faşizminin hayatı zindana çeviren uygulamaları karşısında “yenilgi”nin ve “eziklik”in boyutlarını da kendince gündemleştirir ve şiir diliyle sorgular. “Yanılsama” şiiri buna örnek verilebilir: “Övgülerimiz yankılandı kulaklarımızda/ kapılıp sarhoşluğuna alkışların/ bakmaksızın kendi sesimiz oluşuna/ coşkuyla dolan yüreğimiz/ nasıl da inandırdı bizi/ ucuz sahne oyuncuları örneği/ zirvede oluşumuza // biz miyiz ressamı/ yanılsamalar tablosunun” (s.30). Bu şiirdeki “gibi” edatı yerine kullanılan “örneği” sözcüğüne, şairin birçok dizesinde rastlıyoruz. Hataylı şair Mustafa Söylemez’in şiirlerinde de “benzeri” sözcüğü, aynı görevle sıkça kullanıldığından, 1960’lı yıllarda şiire yönelenler olarak ortak bir dil kullanımından etkilendiklerini söyleyebiliriz. Söylemez’in “Öyküsüdür Umudun” kitabında yer alan “İlkbahar Gelinciği” başlıklı şiirindeki “Son yaz yaprakları benzeri soluyordum” dizesini örnekleyebiliriz.
“sev bir orman gibi/ sonsuz evren gibi kucakla/ yok etmek için insanın insana uzaklığını/ üç öğün yemek beş vakit namaz gibi/ sevgi olsun günlük düşüncen” (s.48) diyen şair, 12 Eylül karabasan günlerinde yabancılaşan yoldaşlarına, dostlarına seslenir; Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirindeki “yok edin insanın insana kulluğunu” dizesine nazire bir söyleyişle…
“Kuzey Sesimle” kitabındaki şiirlerde bir makas değişikliği dikkati çeker şairin. Söyleyişte tersinleme, imgelerde daha yoğun soyutlama, şairler üzerinden sorulama, Zonguldak yer adlarından çağrışımlar yakalama öne çıkar bu şiirlerde. “1960 Sonrası Toplumcu Şiirimiz”in ustalarından biri üzerinden sorulama sanatını “Çocuk Olmak” şiirinde şöyle gerçekleştirir Mehmet Yılmaz : “…okurken şiir alıştırmalarını/ süreyya berfe’nin-şair ağabeyimin/ büyürken coşkum/ çocuk olmak geliyor içimden/ dirileşiyor soluğum/ söylesene süreyya ağabey/ insanları çocuklaştırmak için mi gerekli şairler” (s.38). Bir başka soruyla İspanyol şair Lorca’nın ölümünü anıştırır “Kendini Lorca mı Sandın” başlıklı şiirinde : “bir soru takılıyor ansızın usuma/ kör bir kurşun/ son verebilir mi yaşamına/ kendini garcia lorca mı sandın/ adam sen de/ öldürülüşünün ellinci yılı/ anılacak altı gün sonra” (s.36).
Tersinlemeyle anlamı kuvvetlendirmeye “Türküydü Sesin” şiirinde şöyle başvurur : “gökyüzü serçe kanadı büyüklüğünde/ doğacak günü muştular gözlerine/ beden içinde acı/ acı içinde beden/ bir helezonik yol çizer zaman/ dilinde sevda üstüne bir türkü/ ışıyan gözlerle bakarsın yaşama” (s.23).
Aşk şiirlerinde sıkça kullandığı “dudak”la “sığınak” arasında ilişki kurması, Mehmet Yılmaz’ın hem günlük mücadele içinde doyasıya sevda yaşayamamak durumunu hem de sevgiyle korunmak isteğini öne çıkartmaktadır “Yol Notları-2”de: “eceliyle ekmeği özdeşleşen madencinin/ sardı benliğini sıcaklığın/ dudaklarım/ kor kesen dudaklarına değince// ürkek gecelerimin sığınağı/ unutma beni” (s.11). “Karakışın Ortasında” şiirinde ise şöyle demektedir : “uzatıyorum susayan dudaklarımı/ kızıl kurnasına sevdanın” (s.15).
Yayımlanan son şiir kitabı “Suyun Sesini Dinle”de, geçmişle yaşanan an ve gelecek arasında salınır şair. Madenci yoldaşlarının yiğitliğinden söz eder “Mavi Bir Bulutken”de önce: “bir yapalakların memed’i unutmadım devrek’ten/ antalya’dan özdenlerin hasan’ı bir de/ sen de antepli karayılan kadar yürekli/ ben diyeyim veysel karani kadar güzeldiler/ namludan çıkan kurşun gibi yalnız/ dalından düşen yaprak gibi sarıydılar/ gemlik zeytini kadar gözü karaydılar”. Sonra Zonguldaklı şaire nazire yapar ve en sonunda da “Kuzey Sesimle”de dillendirdiği Lorca’yı hatırlatır. “mavi bir bulutken gökyüzünde/ tepelerin en cücesi gürcütepesine kondum/ ibrahim yıldız’ın şiirindeki/ o kayıp evi aradım durdum //…mavi bir bulutken gökyüzünde/ sarhoş resimlerimi düşürdüm/ zonguldak akşamlarında/ kendimi lorca sanırdım” (s.7-8).
12 Eylül zulmüne parmak bastığı “Canevimin Pencereleri” şiirinde şöyle der : “eylül yağmurlarıyla düştüm yollara/ firari bir göçebeydim kentten kente //…sırılsıklam hölüdüm eylül yağmurlarıyla/ bu titremelerim bu felçli halim o günlerden” (s.13-14).
Neo-liberal politikaların egemen olduğu son 30 yılın Türkiye’sinde, postmodern yaşantının çarpıklığını, bu süreçte sanal alemle dinsel alemin nasıl iç içe girdiğini örnekleyen bir şiirini olduğu gibi verirken, döneme özgü imgeleri nasıl oluşturduğuna dikkat çekmek isterim. “Çet”le “tef”in böylesine çağrışımlı bir zeminde bağdaştırılması, buna örnek verilebilir.

DELTA

kerem gözlerin şehla deltasında
ne yana baksan aşkın hüznü
kesişemeyen gözbebekleri aynı eksende
hükümranlığında gel-git alışkanlığın
dolanır labirentlerinde karmaşanın
destan gibi aranır çöl alizelerle
yadırgar sarılışını müridin
tutkunca anamal varsıllığa sarılır
söz göz ayrı iklimler yaşar

aslı aslı olabilir mi aslı’nın
gecelerin çet gündüzlerin tef yüzünde
sevda içli bir anlatı renkli sayfalarda
alır yerini her meta gibi raflarda
çatar keyfini kutlu buluşmanın
alıcısıyla neon ışıklı mekanlarda

sarılacak şıh arandığında mürit
aslı olur her güzel barlarda
şıhına cömertçe sarıldığında

Yukarıdaki şiirde üçlük, dörtlük, beşlik ve altılık birimlerden oluşan dizeleme tekniği, Mehmet Yılmaz’ın şiirlerinde ağırlıklı olarak nazım biriminin dize olduğunun bir göstergesi. “Güz” şiirinde olduğu üzere “başsöz”le kurgulama tekniğine de başvuran şair, şöyle bir biçim denemesi yapar: “güzdü
bildiğin güz
yüzde yüz
puhular öttü
uzadı gece” (s.17)

“Suyun Sesini Dinle” şiirini ise, fütüristlerin biçim denemesiyle bitirir:

“sessiz suyun sesini dinle
ey güzel düş’üm
sessizce
düş’üm
ses
siz” (s.52)

Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu’nun şiir serüveni, buldozer gibi kendi yolunu açan, bukağıları kırarak özgür koşuğa kanat çırpan bir yolculukla gerçekleştiği gibi, anlam-söylem, öz-biçim diyalektiğini estetik kılma çabasıyla devam etmektedir. İşçi edebiyatının şairi olarak, onun bunca birikimin üzerinden daha güçlü yapıt vermesini beklemek, bizlerin hakkı olsa gerek.
Anasayfa

* “ZONGULDAK CUMHURİYETİ”NDEN NOTLAR…

Müslüm KABADAYI

“ZONGULDAK CUMHURİYETİ”NDEN NOTLAR…

“Taşkömürü”nden “yaş ömür”e dönüştürülen kent Zonguldak, burada yaşayan aydınlar, sanatçılar, araştırmacılar tarafından başlı başına bir “cumhuriyet” olarak algılanmış ve dışarıda da öyle algılatılmıştır. Böyle olmasına karşın, Ahmet Naim, İrfan Yalçın, Rüştü Onur gibi şair-yazarların kaleminden bizlere ulaşanlar dışında, geniş kitlelerce hikayesi bilinmeyen kentlerimizdendir, zengin bir hayatı olan Zonguldak…
İlk kez 1988’de gördüğüm bu madenci kentini, geçen sene Eğitim Sen Zonguldak Şubesi’ndeki “Piyasacı Müfredat Programı” sunumumda ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Zonguldak Temsilciliği’nin Nâzım Hikmet’le ilgili yapılan bir panele konuşmacı olarak katıldığımda daha yakından tanıma olanağı bulmuştum. Bu kez, 6 Mart 2010’da Aziz Nesin Vakfı yararına ZOKEV tarafından düzenlenen etkinlikler çerçevesinde yapılan panelde “KALEMİNİ ALTINCI PARMAĞI, PARMAĞI DA MİZAH OKU YAPAN ADAM: AZİZ NESİN” başlıklı bildirimi sunmak üzere oradaydım. Ankara’dan “karaelmas” diyarına yaptığım bu yolculuğun önemli izdüşümlerini, emek-edebiyat ve eğitimle ilgili olanların dikkatine sunmak istiyorum, bir günlük akışında.
6 Mart Cumartesi sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi hızla yola verdim ve 07.30 Avrupa otobüsüne yetiştim Zonguldak’a giden. Yolda önce gazeteye baktım, sonra dergileri karıştırdım biraz. Mengen’den sonra da Aydın Afacan’ın “Şiir ve Mitologya” kitabını okumaya çalıştım. Bu kitapta Yahya Kemal’in bir şiirinde geçen “Adonis” üzerinden Nâzım Hikmet’in değinmesini okudum. Böylece Akdeniz, Fenike kültürüne ait bir mitosun “Nev Yunanilik” çerçevesinde değerlendirilmesini anlayamadım Aydın Afacan tarafından. Fenike gençlik tanrısı olan Adonis adını, Suriyeli önemli şairlerden Ahmet Sait’in müstear ad olarak kullandığı dikkate alınacak olursa, kaygımın da önemli olduğu anlaşılır. Kitabı en kısa sürede bütünlüklü değerlendireceğim.
Öğleyin Zonguldak Terminali’ne indim, arkadaşlara geldiğimi haber verdim.1974'te Zonguldak'a hemşire olarak gelip buradan evlenerek Ereğli'ye yerleşen teyzemin kızı Zahide Bostancı'yı bekledim yarım saat kadar terminalde, onu karşıladıktan sonra maden işçisi ve öykücü Recep Adıgüzel’le buluşup çarşıya gittik. Önce Halkın Sesi gazetesine uğradık, orada Ayhan Kiraz’ı buluruz diye düşünmüştük, yokmuş. Yerel gazetelere göz attık, birer örnek aldık. Yerel gazetelerde, Zonguldak’taki özel madende çalışan işçilerin ilk kez sendikalaştıklarına dair haberler vardı. Halkın Sesi, “İşçi Devrimi” başlığını atmıştı, köşe yazarlarından süreci iyi kavrayıp konuyu aydınlatanlar vardı. Recep Adıgüzel arkadaşımız TKİ’den emekli olduktan sonra Star Şirketi’nin işlettiği maden ocağında çalışmaya başlamış ve altı ay boyunca oradaki işçileri “Rattepe” başta olmak üzere kahvelerde, birahanelerde örgütlü mücadeleye ikna etmek için uğraşmış. Nihayet patron üç ay ücretlerini ödemeyince işçiler ayağa kalkmaya ve örgütlenmeye yönelmişler. Bu süreci sınıf bilinciyle çok iyi değerlendiren Recep ve arkadaşları işçileri GMİS’te örgütlemeyi başarmışlar. Bu işin zorluğu biraz da GMİS yönetiminin özel sektörde örgütlenmekten, Şemsi Denizer’in kardeşi Ramazan Denizer döneminde özellikle kaçınmasından da kaynaklanıyormuş. Taci Alkaya’nın genel sekreter olmasından sonra örgütlenme eğilimi giderek güçlenmiş. Şimdi Hema’daki işçilerin örgütlenmesi için çalışma başlatmışlar. Recep, mevcut sendika yönetimini bir konuda uyarmış, maden işkolunda çalışanların 11 bin civarındakini üye yapabildiği için GMİS, barajın altına düşme durumu varmış, AKP’nin de onların altını oyacak taktikler geliştirdiklerini pek bilmiyorlarmış ya da öyle davranıyorlarmış. Onun için 5-6 bin dolayında işçinin çalıştığı özel firmalara ait ocaklarda örgütlenmenin gerekli olduğunu fark etmişler. Sendika, bunun üzerine genel bir örgütlenme çağrısı yapabilmiş.
Zahide ablayla öğle yemeğimizi Çatı Restorant’ta yedikten sonra Tıp Fakültesi öğrencisi Evrim bizi karşıladı, onunla Aziz Nesin’le ilgili panelin yapılacağı Maden Mühendisleri Lokali’ne gittik. Evrim yaşına göre çok olgun ve girişken, kararlı bir genç… Oradaki aydınlar, sanatçılar ve eğitimciler arasında da sevilen biri. Bunu Osman Günay, Ayhan Kiraz dostlardan da duyunca sevindim. Böyle gençleri çoğaltmamız gerekiyor.
Etkinlikten önce Aziz Nesin Vakfı başkanlığını şimdilerde yürüten Süleyman Cihangir’le tanıştık. Bize göre daha genç ve gür saçlı olan Süleyman’la sıcak bir diyalog kurduk. Yanımda götürdüğüm 10 kitabın gelirini Aziz Nesin Vakfı’na bağışladım, aynı duyarlılığı Osman Günay da göstermişti. Panel sırasında Süleyman arkadaşımız Vakfın iki hedefini özellikle vurguladı. Birincisi Tarlabaşı’nda bir çocukevi, ikincisi de Şirince’de Felsefe Köyü oluşturmak. Ayrıca Aziz Nesin’in 3 bin civarındaki dosyaladığı belgeleri gün ışığına çıkarmayı hedeflediklerini belirtti. Doğrusu yoğun emek, zaman ve enerji isteyen bu çalışmalara, biz de böyle katkıda bulunalım istedik. Bunun duyurusunu başka dostlarımıza da yapmak üzere anlaştık. Panelde şair Osman Günay, Aziz Nesin’in kişiliği ve aydın tavrı üzerinde durdu. Özlü ve öğretici bir sunumdu. Ben de slaytlar eşliğinde sunumumu gerçekleştirdim. Dinleyenlerin yorumuna göre kavramsal çerçeve, seçilen örnekler ve vurgular bakımından etkili olmuşuz.
Panelden önce oturduğumuz masada Atakan Demirkesen adında 25 yaşında olduğunu öğrendiğimiz Zonguldak Çingenelerinden bir gençle Ardahanlı olduğunu söyleyen eşi vardı. Bu delikanlı 3 yıl Nesin vakfı’nda kalmış, dolayısıyla Süleyman Bey’i onlar karşılamışlar. Zonguldak’ta büfe işleten Atakan’la Çingeneler üzerine konuşurken, Mustafa Aksu’dan söz ettim, sonra da telefonunu verdim görüşmeleri için. Babasının Alevi olduğunu söylediğinde, buradaki Çingenelerin Balkan kökenli olabilecekleri geldi aklıma. Doğruymuş. Babasının bir filmde Çingenelere hakaret edildiğini duyunca filmin yönetmenine gittiğini, adamın da kendisinden özür dileyen bir açıklama yaptığını anlattı. O özür yazısını bana iletmesini istedim, söz verdi. Böyle bir gencin, Aziz Nesin Vakfı’ndan yetişmesi hoşuma gitti, özellikle Çingeneleri aşağılayanların suratına vurulmuş bir şamar olarak…
Zahide ablayı Ereğli’den gelen öğretmen arkadaşlarla yolculadıktan sonra Kadir Tuncer, Ayhan Kiraz, Özlem Yücesan, Recep Adıgüzel, soyadını hatırlayamadığım 70’lerindeki Kemal Bey’in bulunduğu masada koyu ve güzel bir sohbet yaptık. Kadir Bey’in 1970’li yıllarda TSİP’te görev aldığını, Samandağlı Nuh Diyap’la o vesileyle tanıştıklarını ve 12 Eylül sonrasında İstanbul’daki bir gözaltı sürecinde birlikte olduklarını öğrendim, Gayrettepe ve Selimiye’de yaşadıklarını öyküledi. Siyasi bir anekdot olarak ayrıca işlenmeye değer bir durumu içeriyordu öykü...
Daha sonra yemek için alt salona indiğimizde aramıza madenden emekli ve tiyatrocu Engin Çöl ile eşi, madenci ve gazeteci Ahmet Öztürk ile eşi katıldılar. Sona doğru Fedai Magden ve Acar Çakmakçı adlı tiyatrocu arkadaşlar da yanımıza buyurdular. Bu masada öğrendiklerim, anlatılan hikayeler başlı başına bir derya…
Bilindiği üzere Zonguldak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “mükellefiyet” adı verilen zorunlu madende çalışma uygulaması, köylüler başta olmak üzer bölge halkında tepkilere yol açmıştır. Daha sonraki yıllarda Karadeniz bölgesindeki birçok köy ve kasabadan insanlar, burada çalışmak üzere gelirler; onların başında da Trabzon kökenli bir sendikacı çıkar ve madencilerin 1950 sonrası örgütlenmesine katkıda bulunur. Osman Günay ve Ayhan Kiraz’ın da Trabzonlu olduğu dikkate alınacak olursa, Trabzonluların Zonguldak’ta belli bir toplam oluşturdukları malum. Bunları Kars-Ardahan bölgesinden gelenler izliyormuş. Son 15 yıldaki özelleştirmeler nedeniyle üretim düşünce, kentten Bursa başta olmak üzere başka yerlere göç başlamış. Bu “madenci gerçeği” çerçevesinde Ahmet Öztürk ve arkadaşlarının anlatımından aklımda kalan önemli notlar şöyle:
Bir; emeklilikle ilgili bir tartışma sırasında SSK’nın 20 yılda emekli ettiği madencilere, yasa değişiklikleri anlatılmaya çalışılır. Kadınlar 20 yılda emekli olduğu için, madencinin biri çıkar, “Ya hemşerim, demek ki sigortaya göre biz kari sayiliruk.” der.
İki; MİT’te çalıştığını düşündükleri biriyle ilgili işçiler arasında konuşurken, kamuda çalışan bu adamın ayrıca MİT’ten maaş almasına içerlenen bir işçi, “Vay deyyus, demek iki taraflı çalışıyor ha!” der.
Üç; 1980’li yılların sonunda Adımlar dergisi olarak Aziz Nesin’i Zonguldak ve Ereğli’ye konuşmacı olarak çağırmışlar. Devletin güvenlik önlemini artırdığı o günlerde adım adım polis anonslarından Aziz Nesin’in nerede olduğunu takip etmişler. O günlerde Aziz dede, onlara bir anısını anlatmış. 2. Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak’ta üsteğmenmiş. Önlem olsun diye dağ taş istihkam bölüğüne siper vb kazdırıyorlarmış. Bu nedenle askerin çok dağınık olduğu bir zamanda komutan gelmiş ve içtima istemiş. Herkes çıkıp “Şu bölük emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” diye tekmil verirken, Aziz Nesin çıkmış, “İstihkam bölüğü emir ve görüşlerinize hazır değildir komutanım!” demiş.
Dört; kızgın demirin soğuk tarafını sokmakla ilgili bir anekdot anlattılar ama o sırada başka bir şeyle ilgilendiğim için bunu tam hatırlayamıyorum. Sonunda oldukça uzun süren gülüşme ve sataşmalardan anladığıma göre önemli bir anlatıydı.
Beş; Recep, Ahmet ve Ayhan kardeşlerim, buraya Aziz Nesin'in 1995’te geldikten on gün sonra öldüğünü söylediler. Rıfat Ilgaz’ı davet etmişler, üç beş gün sonra da o elveda demiş hayata. “Sen kefeni yırttın, bu üçüncü gelişin çünkü…” dediler. Güler misin, ağlar mısın?
Altı; Ayhan Kiraz’ın, Muzaffer Tayip Uslu’nun Zonguldaklı bir şair olarak genç yaşta ölmesinin nedeni olarak veremi belirtip, aslında Zonguldak’ın dolgu bir zemine sahip olduğunu vurgulaması ilgimi çekti. Şehirde zaman zaman çökme ve binalarda çatlamalar oluyormuş zaten.
Karikatürist Ayhan Kiraz ve eşi Özlem Yücesan, okuyup incelemem ve bir değerlendirme yazısı kaleme almam için Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu'nun beş şiir kitabını verdiler. Bu ismi, İnsancıl Yayınları'ndan çıkan “Madencinin Günlüğü” kitabından hatırlıyordum. Şöyle kitaplara göz attığımda, gerçekten de incelenmeye değer bir üretkenlik-yaratıcılık gösterdiğini fark ettim. Şimdiye kadar 12 kitabının yayaımlandığını söylediler. O da buradaki madenlerde çalışıp emekli olduktan sonra kitabevi açmış, kentin kültürüne önemli katkılarda bulunmuş politik bir kişilikmiş aynı zamanda. Şimdilerde Giresun Görele'ye bağlı Esenyurt köyünde muhtarlık yapan şairle, en yakın zamanda temas kuracağımı belirttim oradakilere...
Yedi; madenci ve öykücü Recep Adıgüzel, Zonguldak için şu saptamayı yapıyor: “Hayatı olan ama hikayesi olmayan şehir.” Bir madencinin böylesine çarpıcı bir soyutlamayla yaşadığı kenti anlatması, beni derinden etkiledi. Gerçekten de her gün “iş kazası” adı altında madenci katliamının yaşandığı, nerdeyse her ailede bir dul kadının bulunduğu, çocukların her an ölüm haberi beklemekle duygularının köreldiği, acının egemen olduğu bu kentin somut ve güçlü bir öyküsünün yazılmamış olması düşündürücü. İrfan Yalçın’ın “Ölümün Ağzı” romanı da ülkede pek bilinmiyor ne yazık ki… Diğer yandan 1930'lu yıllardan itibaren Zonguldak madencileri başta olmak üzre, bölgenin yaşamındaki atardamarı öykü, inceleme-araştırmalarıyla ortaya koyan Ahmet Naim'i, edebiyat dünyasında kaç kişi biliyor? Türkiye'de taşkömürünü 1829'da ilk bulan kişi olarak Uzun Mehmet adını bilincimize kazıyan bu işçi edebiyatının önemli kalemine vefa borcunu, hem Zonguldaklılar hem de Türkiye işçi sınıfının sendikal-siyasal örgütleri ödemiş değil. Bildiği kadarıyla yayımlanmamış iki romanı bulunan Ahmet Naim'in yapıtlarının yeniden, özellikle yeni kuşağın okumasına sunulması gerekiyor. Can Yayınları'ndan geçen sene çıkan “Ateşnefes” öykü kitabı ilk adım sayılabilir. Devamı gecikmeden gelmeli...
Yeri gelmişken Sevim Adıgüzel öğretmenin anlattığı bir tabloyu, burada aktarmaya çalışacağım. Olayı yaşayan biri olarak onun hareket ve mimikleriyle kattığı duyguları anlatamam kaygısı taşıyorum açıkçası. Osmanlı’nın son döneminde Dilaver Paşa, burada çalışan madencilerle ilgili bir nizamname hazırlamış. Zonguldak’ta görev yapıp yapmadığını bilemiyorum ama bu paşanın adına Dilaverpaşa İlköğretim Okulu varmış kentte. Sevim de bu okulda çalışmaya başladığında tanık olduğu bir olaydan çok etkilendiğini söylüyor. Bir gün dersteyken okulun bulunduğu caddeden yukarı maden ocağına doğru ambulanslar geçmeye başlamış. Öğrenciler kararmış yüzlerce pencerelere yığılmışlar. Bir süre sonra aynı ambulanslar siren çalmadan döndüklerinde çocuklar, “Gene birilerimizin babası öldü!” diye seslenmişler. Bir süre sonra sınıfından Cansu’nun annesi okul kapısından dövünerek içeri girmiş. Ama kızcağız, sanki o gelen annesi değilmiş gibi davranıyormuş. Bu kara haberi yok saymanın bir dışavurumu olarak çok dikkatini çekmiş öğretmenin. Aynı zamanda ocakta ölüm varsa, ambulanslar ölü taşıdıkları zaman siren çalmazlarmış. Bunu öğrendiğinde, buranın “kara haber şehri” olduğunun tam farkına varmış Sevim öğretmen. Bu okuldaki öğrencileriyle ilgili şunu da dile getirdi : “Bu çocuklar sanki büyümüşler de küçülmüşler. O yaşta aile ve ülke sorunlarını bizimle paylaşıyorlar. Sorumluluk duyguları oldukça yüksek.” Bu anlatıyı, bu hafta girdiğim tüm derslerde öğrencilerimle paylaştım; oradaki öğrencilerin durumları ile kendi konumlarını karşılaştırıp davranışlarını, duyarlıklarını gözden geçirmelerini istedim. Bazı gençlerimizde bir kıpırdanma, derse katılma ve sorumluluk alma çabası görmekten de mutluluk duydum.
Sevim’den dinlediğim bir başka önemli öykü de şu: Kilimli’den bir öğretmenin annesi, Trabzon’dan buraya gelmeymiş. Bir gün dili tutulmuş ve bir süre konuşamamış. Sonra dili çözülmeye başladığında hep Rumca konuşmaya başlamış. Bunun nedenini araştırırken, Trabzon’dan Rumca bilen bir yaşlıyı davet etmişler, adam konuşulanları Türkçeye çevirmiş. Kadının, çocukluğunun geçtiği mahalle, oradaki komşular ve sevdiği çocuklarla ilgili cümleler kurduğu anlaşılmış. Bu olay, anadili ve çocuklukta yaşananların ne denli kalıcı, önemli olduğunu teyit etmiyor mu? Bunu yazmalarını rica ettim Sevim ve Recep’ten. İşte, öyküsü olmayan şehre kişilik kazandıracak, aslında o denli çok öykü bulunduğunu, bu iki günlük izlenimlerimden gördüm.
Almanya’dan Recep’lerin yanına gelen, çocukluk ve gençlikleri birlikte geçmiş Hasan Ulaş da bir anekdot aktardı çocukluk dönemlerine dair, şöyle: “Kilimli’de dispanserin altına morg yapılmıştı. Madencilerin cesetlerini oraya atarlardı. Biz de çocukken oradaki düzlükte top oynardık, bir yandan o cesetleri görür, bir yandan da topun peşinde koşmaya devam ederdik. Bu coğrafyada hangi köye, kasabaya giderseniz gidin, dul kadınlar, yetim çocuklar görürsünüz. Bir bakıma kimsesizlerin selinde boğulursunuz.”
Sabah herkesten önce kalktım, saat sekiz gibiydi, ortalıkta hareket olmayınca, pencereden görünen yerlerin fotoğraflarını çektim. Sonra unutmamak için kağıtlara notlar düştüm. Mutfağa geçip çayı demledikten sonra saat 09.00’a gelirken ortalığa seslendim. Saat 11.00’de Ankara’ya dönüş biletimi Ankara’dayken almıştım. Yalnız akşam konuşulurken Filyos’a gezi yapılacağı söylenmişti, doğrusu kafama bu takılmamış değildi. Arkadaşlar kalkıp da kahvaltı hazırlığına başladığımızda Filyos gezisinden söz ettim. Hasan ve Recep, “Hocam, biletinizi akşama erteleyelim, birlikte o tarafa gidelim!” dediler. Biraz düşününce “Neden olmasın!” diye yanıtladım onları. Recep firmayı aradı ve saat 18.30’a biletimi değiştirdi. Artık telaşlanmadan kahvaltımızı yapabilirdik.
Recep, akşam Hasan’la bana kahvaltıda yumurtalı zıbgıt yapacağını söylemişti; “kabalak” ya da “ıspıt” denen bu yapraklı ve sapı yumuşak otu manavdan getirip hemen yemeğe dönüştürdü. Biz de diğer kahvaltılıkları hazırladık, çayı zaten demlemiştim, nefis bir kahvaltıyla karnımızı doğradıktan sonra, Sevim ve Melike öğretmenleri, oğul Ada’yı da yanımıza alarak Hasan’ın arabasına bindik, Kilimli’ye doğru yola koyulduk. Daha önce o tarafa gitmediğim için öne oturdum, fotoğraf çekimi yaparak ilerlerken, merak ettiğim yer ve şeyleri de arkadaşlara soruyordum. Melike öğretmen, burada öğretmenliğe devam ediyormuş, babası yanında kalıyormuş. Kendini fazla içkiye verdiği anlaşılıyordu.
Kilimli’deki askeri birliği gördüğümüzde Recep, “Burası 1960’lı yıllarda maden ocaklarında patlayan işçi eylemleri, grevler üzerinde Zonguldak’ın bazı ilçe ve kasabalarında kurulan ve işçi eylemlerini bastırmayı amaçlayan askeri birliklerin yerleridir. Biliyor musunuz, bu askerlerin iaşesi TKİ tarafında karşılandı hep.” dedi. Sınıf mücadelesinde egemen sınıfın çıkarına bir kolluk sisteminin örgütlendiğini en açık örneğiydi bu anlatılan. Başka söze gerek var mı?
Eskiden Kilimli hem denizi hem de doğası bakımından şirin bir kasabaymış; maden ocakları, enerji sektörü, özellikle termik santral işçilerin yoğunlaşmasına vesile olmuş, giderek Zonguldak’la birleşen bir ilçeye dönüşmüş. Çok katlı binalar çoğalmış. Sahil şeridi işgal edilmiş. Maden ocakları kapanmaya başladıktan sonra da Eren Enerji Holding, buradaki termik santrale el atmış. Muslu Belediyesi’ne doğru işgalini yoğunlaştırmış. Buradaki maden ocakları kapatılırken, başka ülkelerden getirilen kömürle buradaki termik santrali çalıştırmaları da cabası… Arkadaşlardan, buradaki termik santrali çalıştırmak üzere Çin’den 1000 işçinin getirildiğini, ucuz emek olarak onların kullanıldığını söylediklerinde sigortalarım attı. Kapitalist sömürü mekanizmasının ne denli akıl dışı ve doğa düşmanı olduğuna dair bir başka somut örnekti bu. Bu yörede madenler kapandıkça işsizlik kol gezerken, Çin’den 200 dolara çalıştırmak üzere işçi getirilmesi ne anlama gelebilir ki…
Kilimli’de “kızlar mezarlığı” denen yol kenarındaki bir mezara, ileride “Pir Hamza Mezarı” eklenince, gericiliğin nasıl kentleri kuşattığını görmekten hicap duyduk. İnsanların mezar taşlarından medet umar hale gelmesi, yoksullaştırmanın ve cahilleştirmenin bir sonucu değil miydi?
Kilimli’yi geçip bir tepeyi aştığımızda Filyos’un denize uzanan burnunu gördük ve uygun bir yer seçip buradan bu güzel manzarayı arkamıza alıp fotoğraf çekildik. Özellikle ilköğretime yeni giden Ada’yla çimenlerin üzerinde zıplayarak yol almaktan müthiş mutluluk duyduk. Denize doğru uzanan bir sırtın düz yerine güzel bir ev konduran, bahçesini tel örgüyle çevirip sebze meyve eken, köşeye de kümes yapıp tavuk-horoz besleyen bir aileyle karşılaştık, sar çiçek, nergis fotoğrafları çektik buradan. Gecikmeden yola koyulduk ve “cehennem burnu”na geldiğimizde iki aracın yan yana geçemeyeceği sarp bir yerden geçerken Recep, “Geçende buradan bir araç yuvarlanmış, iki kişi ölmüş.” deyince, “Biz de uçalım!” der gibi söylediğini belirttik. Bu tehlikeli yeri yüreğimiz ağzımızda aşarken alt taraftan tren raylarının bir tünele girdiğini fark ettik. Karayolları ile Demiryolları anlaşamadığı için, ölüme çanak tutan bu yol olduğu gibi kalıyormuş. İşte akıl dışı bir durum daha… Kamu hizmeti anlayışının piyasacılığa terk edildiği koşullarda, hayatın nasıl ticarete kurban edildiğinin çarpıcı bir örneği.
Recep’in köyü Türkali’ye geldik, Hasan’ın eşi de buralıymış. Buralarda marangozluk yapmış gençlik döneminde Hasan kardeş. 1970’li ve 1980’li yıllarda gençler, köylüler arasında yürüttükleri siyasi faaliyetlerden kesitler anlatmaya başlayan bu kadim dostları dinlerken, aynı dönemde Düziçi İlköğretmen Okulu’nda başlayıp Çanakkale Öğretmen Lisesi’nde biten öğrencilik yıllarımdaki siyasi çalışmalarımız, aydınlanma sürecimiz geldi aklıma. Hatay ve Ankara’da devam eden sınıf-siyaset çalışmalarımızdaki deneyimlere benzer deneyimlerdi anlattıkları. Kır emekçilerinin sorunları üzerinden örgütlenme çaışmasında, yerel değerlerin, kültürlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerine konuştuk. Onlara dönerek, “Bu ülkede o denli ders alınacak öyküler, çalışmalar var ki, işte bunları yazarak tarihe not düşmeliyiz. Yoksa unutulup gidecek!” dedim.
Türkali’deki Oğuz Turistik Tesisleri’nde mola verdik, aslında bir yandan da benim şekerim düşmeye başlamıştı. Burada kahvelerimizi içerken, Ada köpek yavrusuyla oynamaya dalmıştı, bana da onların oyunlarını fotoğraflamak düştü. Yol boyunca nerede mola verdiysek, defneyle karşılaştık, doğrusu Akdeniz’e özgü bu bitkinin burada bulunmasına şaşırdım. Yapraklarını ezip koklarken de “har sabunu” geldi aklıma, sevindim. Banyo yaparken kullandığımız bu sabunla saçlarımızın ipek gibi olduğunu, yapraklarının incir sandıklarına konarak güzel koku saldığını hatırlayıp biraz da yaşadığımız toprağa benzediğimiz Kışlak’a yolculuk yaptım birkaç dakikalığına. Buradaki bahçede ağaçlar tomurcuklanmış, bir kısmı da çiçek açmıştı. O kırmızı çiçekli dallara dokunup, “Ağaçlar çiçek açmış/ Sen yoksun” dedim. Sonra aklıma Aşık Veysel’in “Dağlar çiçek açar/ Ben dert açarım” dizeleri geldi. Şekerim düşerken ben de “Dallar çiçek saçar/ Ben şeker açarım” diyerek derdimi paylaştım arkadaşlarla. Buradan, sahili yalayan dalgalar, altımızdan geçen tren hattı çok güzel görünüyordu. Fotoğraflar çekmeye devam ettim.
Filyos Kalesi’ne ilerlerken, sağ tarafta ağaçlar arasında güzel bir tesis görünüyordu. Arkadaşlar, “Burada eskiden İngilizlerin dinleme tesisi vardı!” dediler. Güzelim ülkemiz kimlere peşkeş çekilmiş, Sovyetlere karşı düşmanca politikalara nasıl alet edilmişiz, burada çıplak gözle fark ediliyor. Kaleye giriş noktasında bir defne yığınının içinden bizim Hatay yöresinde “haylin” dediğimiz narin, ince ve uzun saplı küçük ve yumuşak yapraklı otlardan toplayıp getirdi Sevim öğretmen. Bu otun bulunduğu yerde sıcak havalarda yılan eksik olmaz, derler. Bu ot serinlik yaydığı için yılanların tercih ettiği mekan olduğu söylenir. Henüz mart ayında olduğumuz için böyle bir tehlike yoktu ama biz geç kalmamak için kaleyi şöyle bir dolaşıp kazı yapılan yere gittik. Burada büyük bir amfitiyatro varmış eskiden. Biz çekim yaparken aşağıdan bir tren el sallayıp Zonguldak’a doğru ilerliyordu. Zonguldak-Karabük hattındaki trenler buradan geçiyormuş.
Filyos’a döndüğümüzde sahile yakın yerdeki bir kültür merkezine geldik. Oturup çayımızı poğaça eşliğinde içerken, içeriye bir grup girdi ve saydam gösterimi yapacaklarını söylediler. Recep onları tanıyordu, bizimle tanıştırırken fotoğraf sanatçısı İbrahim Akyürek ile Birol Üzmez olduklarını öğrendik. Yanlarında daha önceden tanıdığım öykücü Alaattin Kara d vardı. Kısa bir süre hazırlık yaptıktan sonra, tıklım tıklım dolan salonda madencilerin yaşamını, 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü’nü anlatan saydam gösterisini sundular. Ardından Birol Üzmez, İzmir’den çektiği “Aile Evleri” saydamını gösterdi. Doğrusu, böyle küçük bir kasabada kültür ve sanata ilginin yoğunluğuna tanık olmaktan mutluluk duyarak, sunum yapan arkadaşlara teşekkür edip ayrıldık. Çünkü, 18.30’daki Ankara otobüsüme ancak yetişebileceğim bir zaman kalmıştı, Necatigil’in bir “dar zaman”ını daha yaşamanın hüznüyle “merdivenli kent Zonguldak”ın güzel insanlarına veda edip Ankara yoluna koyuldum.
Anasayfa

*AVRUPA’DAN KISA İZDÜŞÜMLER…

Müslüm Kabadayı

AVRUPA’DAN KISA İZDÜŞÜMLER…

“Taş taşa değince…” der halkımız ve arada öğütülecek bir şeyin olmadığı durumda taşların birbirini yemeye başlayacağını işaret eder. Birebir insan ilişkilerinde her birimizin bir biçimde yaşadığı bu durum, toplumsal düzen ve siyasal olaylar içinde de daha şiddetli yaşanır. İşte bu şiddet ve dehşeti 20. yüzyılda iki kez yaşamış olan Almanya’da çalışan, iki yakınım ve dostum olan Mehmet Kabadayı ve Ramazan Yıldız’ın davetleri üzerine 21 Ağustos akşamı Düsseldorf’a indik İlkyaz’la.
Üç saati aşkın yolculuğumuz boyunca İlkyaz’la binlerce metre yükseklikten yeryüzünün görüntülerini almaya çalıştık kamera ve fotoğraf makinesiyle. Bulutların üzerine çıktıktan sonraki manzara bambaşkaydı; bir yanda lüle lüle kar yığını gibi yükselen bembeyaz bulutlar, diğer yanda diğer bulut kümesine kavuşmak için koşuşturan küçük bulut parçaları… Bulutların azaldığı yerlerden görmeye çalıştığımız dağlar, derin vadiler, yerleşim yerleri… Bir süre sonra masmavi bir zeminle karşılaşınca Karadeniz üzerinden geçtiğimizin farkına vardık. Gemiler fark ediliyordu arada, kısa bir süre sonra da Bulgaristan ya da Romanya kıyıları olduğunu tahmin ettiğim şeritle karşılaştık. Derken çok düzenli taksim edilmiş toprakların göründüğü düzlükleri geçtik. Sosyalizmin tarım organizasyonun kalıntılarıydı bu düzenli görünüm. Bulgaristan ya da Avusturya topraklarından geçerken bir dağın tepesinin dümdüz edildiğine, az ileride de büyük bir barajın göründüğüne tanık oldum. Derken fabrikaların yoğunlaştığı bir nehir üzerinden uçmaya devam ettik. Sanıyorum Tuna üzerinde ilerliyorduk.
Türkiye ile Almanya arasında 1 saat kadar zaman farkı vardı, batıya ilerlediğimiz için güneş daha geç batıyordu ama hava da kararmıştı, Almanya topraklarına girdiğimizde sanıyorum, yerleşim birimlerinden yansıyan ışıklar gözümüze çarpmaya başladı. Fark edebildiğimiz kadarıyla aralarda görünen siyahlık, ormanları işaret ediyordu, İlkyaz deniz olabileceğini söyledi ama uçuş güzergahımızda artık deniz olmadığını biliyordum.
İlk konuk olduğumuz Vicdan-Ramazan Yıldız çiftinin evinde Hatice, Metin ve Oğuz genç öğrenciler olarak tıp, mühendislik ve lise eğitimi alıyorlardı. Üçüncü kuşaktan iyi yetişen üç genç, bizi gönendirdiler orada olduğumuz sürece.
Ramazan’ın arabayla, Almanya’ya ilk geldiğinde çalıştığı fabrikanın yanından geçtik, sonra Türklerin yoğun yaşadığı semte geçtik. Alevi Bektaşi Cemevi’nin bulunduğu yere uğradık ama kapalıydı. Kimi cadde veya sokaklarda Türkçe işyeri adları yaygınlaşmaya başlamıştı, hatta Kars, Adana, Kayseri, Konya adlarıyla açılmış mekanlar ağırlıktaydı. Türkiyeliler, burada da “hemşehricilik” oynuyorlardı. Bir cadde başında Patnoslular Derneği levhasını bile gördük. Dikkatimi çeken bir başka şey ise Almanların cadde-sokak adları olarak Pestalozzi vd. önemli eğitimci, sanatçı ve felsefecilerin adlarını vermiş olmalarıydı.
Yeri gelmişken, yurtdışındaki işçilerimizin üçüncü kuşağa ulaştığı bir dönemde, bu kuşakların temel özelliklerine dair edindiğim izlenimlere değinmek istiyorum. 1960’lı yıllarda Avrupa’ya giden Türkiyeli işçilerin büyük çoğunluğunun daha önce hiçbir işçilik deneyimi, hele kültürü olmadığı söylenebilir. Çoğunluk köy ve kasaba kökenli emekçilerdir. Bunların da büyük çoğunluğu ilkokul mezunu olup kent ya da sanayiye uygun mesleki deneyimleri bulunmayan kişilerdir. İkinci Paylaşım Savaşı’nın genel olarak Avrupa’da yol açtığı tahribat, özellikle Almanya için yıkım boyutundadır. ABD, bu emperyalistler savaşından en güçlü konumuyla çıkan bir devlet olarak, “Kömür ve Demir Çelik Birliği” adıyla yaralı Avrupalı emperyalist ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde güçlenen Doğu Bloku’na karşı büyük paralarla destekler. Askeri açıdan bel kemiğini kırdığı Almanya’yı, Dünya çıkarları çerçevesinde yedeğine almaya büyük özen gösterir. Marshall yardımı ve Truman doktrini bu çerçevede hayata geçirilir. İşte bu çerçevede Türkiye gibi çevre ülkelerden (İtalya, Yunanistan vd.) ucuz ve yönetilebilir işgücü akışını gerçekleştirmeye başlarlar. Türkiye’den gelen işçilerin çoğunluğu Almanya’nın Ruhr havzasındaki madenlerde, sanayi işletmelerinde, kentlerin zor işlerinde çalışmaya başlarlar. Fransa, Belçika, Avusturya’ya gidenler ise daha az bir nüfusu teşkil eder.
İlk kuşak işçiler, evli olanlar parçalı gelirler. Önce gelen kadın ya da erkek, birkaç yıl sonra eşini getirtmek durumunda kalır. Bu arada başka yola gidenler de çıkar ve bunlar Yeşilçam filmlerine konu olur. Bu kuşak, bulundukları ülkelerin ağır işçileridir ve “en alttakiler”dir. O zorluklara katlanarak dişlerinden tırnaklarından arttırdıkları paralarla geldikleri köylerde ev yaptırıp, tarla-bahçe almaya çalışırlar. Daha iyi geliri olanlar ya da kentlilerle temas kuranlar, kentlerde arsa, ev, dükkan almanın yolunu tutarlar. İlk kuşaktan evli olanların çocukları, birkaç yıl kaldıkları köylerinde büyük çile çekerler, anne ve babasız kalmanın sevgisizliğini ruhlarının derinliklerinde hissederler. Anne-babalarının yanlarına gittiklerinde de bu sevgisizlik ve ilgisizliğin dışavurumu, aile içi çatışmalar ya da daha çok kazanma hırsı biçiminde gerçekleşir. 1970 ve 1980’li yıllarda Avrupa’ya giden bu kuşak, orada doğan kuşakla da kan uyuşmazlığı yaşar. Bunun farkında olan meslek sahibi ya da okumuş ilk kuşaktan kimileri, ülkeye dönerek birikmiş parasıyla bir iş kurmaya ya da uygun işlerde çalışmayı tercih eder. Kalanlardan bir kısmı ise bu çatışmada bazı çocuklarını kaybeder, yani pis işlerde… Özellikle uyuşturucu, fuhuş vd. olgularla bu kuşaktan kimileri, yüzleşmek durumunda kalır.
1980’li yıllarda “ithal damat” ve “ithal gelin” olgusu öne çıkar. İlk kuşağın çocuklarından bir kısmı, ülkedeki yakınları başta olmak üzere çocuklarının anlaştığı kişilerle evlenirler. Bu evliliklerin birçoğunda “başa kalkma” sorunu yaşanır. Büyüklerin telkini, çoluk çocuğun varlığı fazla boşanmayı engellese de göze çarpacak oranda boşanmalar gerçekleşir. Geniş aile ilişkileri zedelenmeye başlar.
Üçüncü kuşak, yani 1980’li yılların ortalarından itibaren dünyaya gelenlerdir. Bu kuşak, ilk iki kuşaktan çok daha farklı bir Avrupa’yla, özellikle Almanya’yla karşılaşır. Bir yandan kapitalizmin yapısal krizleri nedeniyle işsizlik artarken, diğer yandan Sosyalist Sistemin varlığı nedeniyle sömürülen ülkelerden aktarılan artı-değerlerin önemli bir kısmını çalışanlara aktaran Avrupa sermayesi, Sovyet sistemi çözüldükten sonra sosyal ve ekonomik kazanımları hızla tırpanlar. Bu sarsıcı değişime paralel aile ya da işçiler arasındaki dayanışma olgusu da kaybolmaya başlar. Bunlar, üçüncü kuşağı ya iyi bir eğitim alıp ücreti yüksek yerlerde çalışmaya ya da iki arada bir derede kaynayıp gitmeye sürükler. Orada tanıdıklarım çocukların eğitim görmesine, yani iyi bir eğitim almalarına “kariyer” diyorlardı.
Almanya’daki üçüncü günümüzdeydik, ikindiye doğru Ramazan’larla vedalaşarak teyzemoğlu Mehmet Kabadayı’nın emektar arabasıyla Montabaure’ye doğru yola çıktık. Köln, Essen başta olmak üzere Ruhr havzası boyundaki yerleşim birimlerinin adları levhalardan okunuyordu. Yanılmıyorsam Mehmet, bu bölgenin, Almanya’nın Rheinland-Westfalen eyaletine girdiğini söylemişti. Daha önce kısmen değindiğim üzere Ruhr havzası, Almanya’nın kömür, linyit başta olmak üzere maden yatağı ve Ren nehri boyunca kurulan demir-çelik başta olmak üzere fabrikaların da ana kucağı… Avrupa tarihinden, özellikle 20. yüzyıldaki iki büyük emperyalist paylaşım savaşından hatırladığım kadarıyla bu havza, Almanlarla Fransızlar arasındaki iktidar savaşının bedelini ödemiş hep. Bu savaşa zaman zaman İtalya, Belçika, İngiltere ve 2. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerika iştirak etmişler. Yine yanılmıyorsam, şimdiki AB’nin temellerinin atıldığı Kömür ve Çelik Birliği’nin oluşması, bu havzaya ortak hükmetme çabasının bir sonucuydu. Avrupa’daki gezdiğimiz yerler, gördüğümüz ülkeler çerçevesinde kafama takılan sorulardan biri şuydu: Ruhr havzası başta olmak üzere, Prusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemlerinden başlayarak emperyalist Almanya’nın doğuş sürecinde sürekli göçlerin, iç isyanların, iktidar savaşlarının yaşandığı bu coğrafyada uluslaşma, ulus-devlet ve modernleşme süreci nasıl yaşanmıştı? Bu sürecin günümüze sarkan sorunları neydi? Bu konuda bugünün Avrupalısı ne düşünüyordu? Birçok şeyi yoğun yaşamak ve bir bakıma programımızı milimetrik uygulamak durumunda kaldığımız bu iki hafta içinde bu sorulara doyurucu bir yanıt bulma koşulu oluşturmadığımı belirtmeliyim.
Elgendorf’taki sohbetlerimizden çıkardığım birkaç önemli noktayı paylaşmak istiyorum. Bir; yaklaşık 700 haneli olduğu söylenen Elgendorf başta olmak üzere 20 km’lik bir alandaki köy ve kasabalarda Türk aileleri yaşıyor. Mimari yapısı, yerleşim düzeni ve sosyal ilişkileriyle farklı olan Alman toplumuyla belli bir uyum sağlamışlar. Mehmet Çöllü ile gittiğimiz bir mağazada tanıştığımız Balıkesirli Meryem Hanım’ın Alman Gerhard’la evliliği, Sinan’ın Alman arkadaşlarıyla “2 Times Wasted” adlı müzik grubu oluşturabilmesi dikkate alındığında, benim bilmediğim başka örneklerle de genişletilebilecek bir durum saptaması yapılabilir. İki; Avrupa’daki işsizlik olgusuyla paralel sermayedarlar, kadınlar başta olmak üzere insanları 400 Euro’ya kadar güvencesiz çalıştırma yoluna başvurmuşlar. Bu biçimde ikinci bir işte çalışanlar da az değilmiş. Bu, emek sömürüsünün ne denli yoğunlaştığını gösteriyor. Üç; büyük Alman firmaları, bazı fabrika ya da işletmelerini, ucuz işgücünün olduğu başka bölge ya da uzak ülkelere taşımışlar. Buna, Zeynep’in kardeşi Tümay’ın çalıştığı fabrikada olduğu üzere sendikaları da aracı yapmışlar. Dolayısıyla buradaki sendikal hareket kendi içinden çürümüş. Dört; ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları problemler de giderek artmış. Eşler arasındaki ilgi farklılıkları, bu konuda temel problemi derinleştirmiş.
Montabaure’ın bağlı bulunduğu il Koblenz’miş. Elgendorf’a yakın olan bu kente yolculuğumuz sırasında öğrendiklerimle birlikte buraya ilişkin tüm duygu, izlenim, görüş ve düşüncelerimi özetlemek istiyorum. Koblenz, gerek coğrafi konumu gerekse tarihsel birikimiyle çok önemli bir kent. Çocuklarla internete bakarak “İki nehrin birleştiği yer” anlamına geldiğini, Latince kökenli olduğunu öğrendiğimi belirtmeliyim. İsviçre’den doğan Ren ve Fransa tarafından akıp gelen Moselle nehirlerinin birleştiği noktaya “Deutsches Eck” yani “Alman Köşesi” dediklerini, burada Büyük Wilhelm adına büyük bir ata binmiş imparator heykeli yaptıklarını söylemeliyim. Mehmet ve İlkyaz’la birçok açıdan fotoğrafını ve kamera çekimini yaptığımız bu anıtla Almanların, güç ve iştiham gösterisi yaptıklarını saptayabildim. Yanılmıyorsam dedesi Wilhelm-I’den iktidarı alıp 1890’lardan itibaren Almanların hem Avrupa’da hem de Kuzey Afrika ile Türkiye üzerinde etkili olmalarını sağlayan bu imparator devrinde bizim Haydarpaşa-Bağdat Demiryolu işi yapılır. Anıtta kullanılan aslan, ejderha, yılan, kartal vb. simgeler bu güç gösterisinin örnekleri olarak dikkat çekerken, Ren ve Moselle nehrine bakan eşit uzaklıklara 16 Alman federe devletinin bayrakları dikilmişti. Bunlar yanında 11. yüzyılda yapıldığı anlaşılan Koblenz kalesinin tahkimatı da dikkate alındığında tarihsel açıdan Koblenz’in Almanya’nın kalbi olduğunu söyleyebilirim. Tümay kardeşimin açık yüreklilikle anlattığı üzere 30 km ötedeki bu kenti görmeyen Türkiyelileri düşündükçe, ülkemizin ve halkımızın neden her zaman sömürüye maruz kaldığını daha iyi anlıyorum. Çünkü, haklı gerekçesi ne olursa olsun bir halk, çevresinde olup bitenlere, bölgesel ve evrensel politikalara ilgisiz kalırsa, ezilmekten ve sömürülmekten kurtulamaz. Niçin demişler “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!” diye? Örgütlü olmak, aynı zamanda duyarlı ve bilinçli olmak demektir çünkü.
Koblenz kalesini gezerken iki müze örneğine tanık olduk. Birincisi, bu kalenin tapınak şövalyelerince kullanıldığını gösteren askeri ve kültürel eserlerden oluşuyordu. İkincisinde ise 50 km çapındaki bir alanda yapılan kazılarda bulunan arkeolojik ve antropolojik eserler vardı. Buradaki en önemli şey ise, müze görevlisinin açıklamasına göre birkaç Neandertal insan kafatasından birinin burada sergileniyor olmasıydı. Fotoğraflamamıza izin vermediler ne yazık ki. Bu müzeyi gezerken baba tarafının Türk olduğunu sandığımız iki çocuk ve ailesiyle birlikte bizlere müzedeki eserler, resimler hakkında ayrıntılı açıklama yapan görevli, mizanseni ve oyunculuğu güçlü birine benziyordu. Almanca anlattığı için Mehmet, onun bazı sorularına yanıt veriyor, bizim merak ettiklerimizi de ona soruyordu. Bir ara görevli, “Buradaki tüm eserler Koblenz çevresindeki kazılardan, mekanlardan toplanmıştır; başka yerden hiçbir şey yoktur, Türkiye’den de.” deyince, Mehmet’in Berlin’de gezerken yüreğimizin burkulduğu Bergama Müzesi’ndeki eserlerin Türkiye’den getirildiğini vurgulaması, görevlinin susmasına ve ortalıkta soğuk bir rüzgar esmesine yol açtı. O anda kim, neler hissetti ve düşündü bilemiyorum ama sömürgeci devletlerin kültür yağmacılığının vurgulanması, Almanların hoşuna gitmedi sanırım. Yeri gelmişken hemen dile getireyim, Bergama Sunağı’nın Berlin’e taşınması, Abdülhamit döneminde başlamış, bunu o zamanlar Almanya İmparatoru olan Wilhelm-II desteklemiş. Yani Koblenz’de adına anıt yapılan kişi. Bu kişinin, Alman birliğini sağlayan Bismark’ın kimi politikalarıyla da çatıştığı biliniyor.
Mehmet’le Burhan Bey’in çalıştığı Hapack paketleme şirketinin yanından, tarla ve bahçelerin arasından kıvrılarak ormana doğru ilerleyen bir yola döndüğümüzde gördüğümüz kasabaya “Horasan” dendiğini duyunca çok şaşırdım. Levhadaki Almanca yazılış şöyleydi: Horressen. Arkadaşlar, burada İranlı bir doktorun çalıştığından da söz edince, gerçekten de bizim doğumuzdaki Horasan’la bir ilgisi var mı diye merak ettim. Bu merakımı Ormanokulu’na doğru ilerlediğimiz yolun kenarlarında, bizim yörede (Hatay-Yayladağı) “zincer” denilen böğürtlenden yememiz de pekiştirmiş olabilir(!) Ertesi gün Mehmet Çöllü’nün bu sene yüksek öğrenime başlayacak kızı Yasemin’le tanıştığımızda, Almancasının iyi olduğunu söyledi. Önümdeki bilgisayarda da internet açıktı, hemen bu “Horasan” adının nereden geldiğini ve anlamını araştırmayı önerdim kendisine. Sağ olsun, oradaki bilgileri Türkçeye çevirdi. Özetle şöyleydi: Bu kasabanın adının tarihsel değişimi 1214’te Orusin, 1498’de Hoyrhussen, 1573’te Horhausen, 1727’de Horressen biçimindeymiş. “Çamur, bataklık yer” anlamına geldiği gibi eylem olarak da “bataklıkta yerleşmek” biçiminde kullanılıyormuş. Böylece, bizim “Horasan”la bir ilgisinin bulunmadığını öğrenmiş olduk. Oradaki arkadaşların, merak ettiklerini öğrenmek için soru sorabilmeyi, kaynaklara bakabilmeyi, bu açıdan okuyan çocuklarıyla da iletişimlerini güçlendirecek, onların da işine yarayacak kaynaklara başvurabilmeyi keşfetmeleri bakımından güzel bir uygulama gerçekleştirmiş olduk. Dilerim bu yöntemi kılavuz edinirler.
25 Ağustos’ta Zeynep, Mehmet ve İlkyaz’la Berlin’deydik. Burada taksi şoförlüğü yapan yakınımız Ahmet Mucuk’u bulduk ve ortak duyarlılıklarımız vesilesiyle hemen kaynaştık. O, Berlin’de yıllardır taksi şoförlüğü yaptığı için kenti çok iyi bildiğinden, ertesi gün sabahtan akşama kadar bizi gezdirdi. O gün gördüğümüz yerler şunlardı: Spandau ilçesindeki Siemensstadt, ki Almanların en ünlü firmalarından biri olan ve Türkiye’de elektrik malzemelerinden tanıdığımız bu Siemens tekeliyle ilgili bir yer. Charlottenburg ilçesinde Kaiser Wilhelm Gedachniskirche ve Europa Center’i gördük. Bilindiği üzere Kaiser, yani imparator sözcüğü bizim Anadolu’da Kayseri adında yaşıyor. Friedrichshair ilçesine Karl Marks Caddesi’ni gezdik. Eski Doğu Almanya’nın başkenti konumundaki Doğu Berlin’in en geniş ve düzenli bu uzun caddesi boyunca sosyalizmin mimari özelliklerini gördük. Kreuzberg ilçesinde ise merkezi alanı inceleme olanağı bulduk. Diğer gördüğümüz yerler ve tarihsel anıtlar, hep Mitte ilçesine aitti. Sözlük anlamı “orta” olan bu ilçenin, Berlin’in ortasına işaret ettiğini sanıyorum. Postdamer Platz, Alman Parlamentosu’nun bulunduğu Reichstag ( ki Hitler rejiminin komünistler yaktı iftirasıyla Bulgaristan Komünist Partisi lideri Dimitrov’un yargılanmasına sebep olan yer), Bundestag, Brandenburger Tor ( Berlin’in sembolü olan kapı, aynı zamanda Doğu ve Batı Berlin’e geçişlerin sınır kapısı), Pergamon Müzesi (Bergama’dan kaçırılan tarihi eserlerin sergilendiği yer), Fernsehturm ( tv kulesi), Unter den Linden ( “Ihlamurlar altında” anlamına gelen ağaçlarıyla ünlü bir alan), Chackpoint Charlie ve Jandarma Pazarı, bu ilçede gördüğümüz önemli yerlerdi. Berlin duvarının bir kesitini yıkmamışlardı, Sovyet lideri Brejniyev ile Doğu Alman lider Honecker’in fotoğraflarının yer aldığı bu duvarın önünde fotoğraf çektirdik. Bu gezdiğimiz yerlerden Reichstag’ın önünde uzun kuyruk vardı, Hem Almanlardan hem turistlerden oluşan bu kuyruk her zaman varmış, binanın çatısında camdan saydam bir gezinti alanı bulunduğu dışarıdan görünüyordu, Ahmet’in söylediğine göre insanlar aşağıdaki parlamento çalışmalarını buradan izleyebiliyormuş.
Çok az olsa da kanal sisteminin Berlin’de de uygulandığına tanık olduk. Görkemli sunak başta olmak üzere bu müzede yer alan Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Yunan coğrafyasından getirilen tarihi eserler yanında İslam uygarlığını yansıtan ikinci kattaki bölümü de gezip, görüntüleme olanağı bulduk. Doğrusu, bazı sahnelerde gözyaşlarımı tutamadığımı belirtmeliyim.
Berlin, Türk işçilerin yoğun yaşadığı bir büyük kent olduğundan, burada Almanların “Küçük İstanbul” dedikleri Türkiye’nin değişik kentlerini yansıtan işyeri tabelaların bulunduğu mahalle dikkatimi çekti. Bakımsızlık, düzensizlik açısından bizi yansıtan bu mahalle, insan ilişkilerindeki sıcaklık, topluca konuşma, eğlenme bakımından da bizim aynamız gibiydi. Ahmet, bu mahallede Alman toplumuyla çatışan birçok şeyi bulmanın mümkün olduğunu belirtti. Sosyologlarca incelenmeye değer bir yer…
Berlin’den sonra güneye ve giderek güney-doğuya ilerliyorduk. Dresden’in dışından geçen otoban, “Praha” yazan levhalara yaklaştıkça engebeli arazilerden ilerliyordu. Eski Doğu Almanya topraklarının sanayi ve tarım alanları bakımından planlanmış hali, kapitalizmin yağmacı politikalarının uygulandığı yaklaşık 18 yıllık aradan sonra bile kendini hissettiriyordu. Batı Almanya’ya göre fazla sanayileşmediği söylenen ve teknolojisi geri kaldığı için eleştirilen o toprakların, doğasının bozulmamış olmasını kazanım saymayanların ahmaklığına gülmek lazım doğrusu.
26 Ağustos’ta eski Çekoslovakya sınırlarına girdiğimizi; tepe dağlık alanların başlaması, yolların darlaşmasıyla hissediverdik. Yaklaşık 100 km boyunca bir nehrin biçimlendirdiği vadinin içinden akıp giden yolun her iki yanında tarihi yapılar, orman ve bahçeler sıralanıyordu. Yolun bir kenarından da demiryolu ağı akıyordu, zaman zaman geçen trenleri o vadide izlemek güzeldi doğrusu. Bu manzaralardan bolca çekim yaptım ben de.
Çeklerin “Praha” adını verdiği Prag, eski ve yeni mahalleleriyle tam bir gotik, barok mimarinin yeni binalarla biçimlendiği tarihi kent özelliği taşıyor. Vitava vadisinde, bu nehrin Elbe’yle birleştiği menderesler üzerinde kurulan kentin ilk ve en eski bölümünü biz gezebildik. Yaklaşık 5 saat boyunca dolaştığımız bu kenttin Slav topluluklarına özgü bir rengi vardı. Bildiğim kadarıyla da Çekçe Slav dillerindendi; “r” sesinin baskın söylediği bu dilin yaygın konuşulduğu Prag’da Romen, Bulgar kökenli çalışanlara rastladık. Hatta, büyük meydandaki saat kulesinde bulunan astronomik saati sembolize eden bir hediyelik eşya aldığımız dükkandaki kızlar bizim Türk olduğumuzu anlayınca “komşu” diye seslendiler.
Orada bulunduğumuz saatlerde değişik ülkelerden gelen öğrenci grupları gösteri yapıyorlardı meydanın birinde; Kafkas kökenli bir gösteri grubunu kayda aldık, Gürcistan ekibi dikkatimizi çekti. Astronomik saatin önü çok kalabalıktı, insanlar ayakta durmuş, dakikalarca saate bakıyorlardı. Biz bitişikteki meydana gittik, orada da karnaval havası vardı, illüzyon gösterisinden tutunuz raylı oyunlara, resim ve müzik etkinliklerine, yiyecek sunumlarına kadar birçok şeyi, fiziği farklı insanlar üzerinden gördüğümüz bu meydandan sonra büyük katedrale gittik İlkyaz’la. İçerde çekim yapmak yasakmış. Görevliler sürekli gezenleri takip ediyorlardı, eski ve görkemli bir yapı olmakla birlikte bakıma ihtiyacı vardı. Buradan Vitava nehrine indik, Avrupa’nın güzel kentlerini süsleyen nehir düzeneği burada da mevcuttu, gemi ve tekneler seyrüsefer yapıyorlardı. Nehrin iki yamacını bağlayan eski köprü Karlov’un ön tarafından geçip Prag Üniversitesi’ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yanından yürüyerek geldiğimiz yere döndük. Doğrusu ayaklarımız ağrımıştı, arabayı bıraktığımız parka ulaştığımızda.
27 Ağustos sabahı kahvaltımızı yaptıktan sonra, Viyana’da yanlarında kaldığımız Kemal’in eşi Nagehan Erdoğan’ın çizdiği bir güzergah üzerinden biz, görmemiz gereken en önemli yerleri gezmeye başladık. Tramvayla gittiğimiz Schewedenplatz’da indiğimizde, yan tarafta bir Türkiyelinin işlettiği büfe dikkatimizi çekti. Döner, gözleme, pizza, lahmacun satıyordu başka şeylerin yanı sıra. Anladığım kadarıyla rayların çokluğu ve tramvayların sıklığından, kent içi ulaşımı sağlayan raylı taşıtların hareket merkeziydi burası. Akşam eve dönerken de buradan bindik tramvaya çünkü.
Stephansdom Kilisesi’ne giden cadde üzerinde ilerlerken önce soldaki küçük ve estetik yapılı kilisenin çekimini yaptık. Sonra karşıya geçip sağdan faytonların takip ettiği güzergaha girerek ilerlediğimizde büyük ve uzun bir binayla çevrili meydandaki heykelin, uzun binadan yan binaya geçiş noktasındaki ilginç saat düzeneğinin bulunduğu bölümlerin çekimini gerçekleştirdik. Ben kamera kaydı yaparken İlkyaz ve Mehmet de fotoğraflama yapıyorlardı. Sağ olsun Zeynep içeceklerimizi taşıyordu. Avrupa’da Köln’deki Dom Kilisesi’nden sonraki en yüksek kulesi bulunan Stephansdom Kilisesi’nin önüne geldiğimizde dört bir tarafı bizim gibi turistle kaynıyordu. İlkyaz’ın özel ilgi gösterdiği, fotoğraflarını çektiği Japon, Çin, Koreliler kalabalıktı. Her turist grubunu başındaki kılavuz, elindeki bir işareti yüksekçe tutarak ilerliyordu. Bazılarında gül, bazılarında farklı renklerde mendil, bazılarında da numaralı işaretler vardı. Turistlere kentin önemli tarihi mekanlarını gezdiren faytonların kalkış noktası da buradaydı. Faytonlar ve atlar oldukça bakımlı, sürücüler ise folklorik tek tip elbise giymişlerdi. Erkekler kadar kadın fayton sürücülerin bulunması, yolcularına İngilizce, gezilen yerlerle ilgili bilgi vermeleri dikkatimiz çekti doğrusu.
Dışarıdan da dört bir tarafı dolaşarak çekim yaptıktan sonra sağ arka köşeden yüksek kuleye para vererek çıkış yaptık. Mehmet’in söylediğine göre 344 merdiven tırmandık. Bizdeki camilerin minarelerine çıkışı sağlayan merdiven düzeneği kullanılmıştı. İki kişinin geçmesi bazı noktalarda zor olduğundan yol vermek için duruyorduk. Açıkçası bu kadar dik merdivenleri çıkarken nefesimiz kesildi. Kuleye çıktığımızda derin bir soluk aldık. Bu yükseklikten kentin dört bir tarafını rahatça görüyorduk. Burada satılan Viyana’nın önemli yerlerinin fotoğraflarından oluşan bir panorama aldım. İnerken pek zorlanmadık, aşağıya indiğimizde kapının solundaki ağacın, Anadolu’daki gibi dallarına ve yapraklarına çaput bağlandığı dikkatimizi çekti. Bu zavallı ağacı da “dilek ağacı”na çevirmişlerdi. Doğrusu Avrupalıların kültüründe böyle bir şey var mıydı, sormayı akıl edemedim.
Belediye Sarayı’nın beri tarafındaki bir kapıdan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemden kalma büyük bir sarayın bahçesine geçtik. Burada da bir ıhlamur ve kestane ağacına sırtımızı dayayarak kısa süre dinlendik. Ihlamur ve kestane ağacından söz etmişken, Trabzon doğumlu İlkyaz’ın birkaç kez, Avrupa’da dolaştığımız yerlerde söylediği “Anneannem buralara gelse hiç yabancılık çekmez. Burası tipik Karadeniz.” sözü aklıma geldi. Biz ağaç gölgesinde dinlenirken, meydandaki heykelin az açığında platform kuran işçilerden ya da gençlerden biri şortu kıçında çıplak yere uzanmış, güneşleniyordu. Kimse ne onu rahatsız ediyor, ne de ondan rahatsız oluyordu.
Anladığım kadarıyla şimdi bir üniversite ve enstitüye ev sahipliği yapan bu binanın ön cephesinde, Berlin’deki Brandenburg’u andıran bir kapı vardı. Buradan geçerek bu kez geldiğimiz yöne bulvarın solunu takip ederek ilerledik. Az ilerideki bahçenin içinde Mozart’ın heykeliyle karşılaştık, daha ileride de Goethe’nin. Her ikisinin önünde saygıyla eğilerek fotoğraf çektirdik, bu büyük sanatçılar, yapıtlarıyla bu saygıyı hak ediyorlardı çünkü. Benim nerdeyse 50 yaşında gördüğüm bu değerleri, yerleri, İlkyaz’ın 17 yaşında görme olanağı bulmasına müthiş sevindiğimi belirtmeliyim. Bilmiyorum o neler hissetti…
Geri dönerken Opera binasından Stephansdom Kilisesi’ne kadar uzanan güzergahta yüzleri beyaza boyanmış heykel ya da put gibi duran eski dönem kentsoyluların kıyafetlerini giymiş kişilerin çokluğu dikkatimizi çekti. Değişik pozlar vererek insanların kendileriyle fotoğraf çektirmesi karşılığında yardım toplayan bu insanların, “modern dilenci” olduklarını söylememde bir sakınca yok…
Viyana’dan 6 saatte Mehmet’lerin evine döndük. 28-29 Ağustos günleri Elgendorf’ta dinlendik, o arada Mehmet’lerin eski evlerindeki eşyaları taşıdık. Yeni evle ilgili düzenlemeler devam ettiler, zaman zaman gelenlerle oturduk, bilgisayara aktardığımız fotoğraflardan yola çıkarak izlenimlerimizi paylaştık. Paylaştığımız kişiler açısından oldukça yararlıydı anlatımlarımız…
30 Ağustos gecesi Paris’e Lüksemburg üzerinden gittik. Paris’te 6 yıldır çalışan şair dostum İbrahim Deniz’le buluşup valizlerimizi alarak eve çıktığımızda, Aydın adında Antepli arkadaşıyla da tanıştık. İki arkadaş, güzel kafa denkliği yapmışlar; hızla kahvaltı sofrasını hazırladılar. Hep birlikte İbrahim’lerin 11. Paris’teki evlerinde kahvaltımızı zevkle, iştahla yaptıktan sonra gezeceğimiz yerlere gitmek üzere metroya bindik. Paris’in altını bir labirent gibi sardığını hissettiğimiz metroya bir gün içinde dört kez girip çıktık. Birçok istasyona tanıdık yazar-şair-sanatçı-siyasetçi adları verilmişti. Bunu görünce düşündüm, Türkiye’deki hangi istasyon ya da semtin adı, akıllara iyice kazınması için önemli bir sanatçının adıyla özdeşleşmiş diye.
İlk gün önce Seine nehrinde bir gezinti yapmak üzere İbrahim bizi bir meydana götürdü. Oradan bir nehir gemisinin kalktığı yere yaklaştığımızda duvara resimler asmış, yaşının yarım asrı bulduğu belli olan birinin İbrahim’le diyalog kurduğunu gördük. Tam yaklaştığımızda İbrahim, “İşte Metin Bey, kendisi Samandağlı” diye tanıştırdı. Sempatik ve vakur bir duruşu olan Metin Bey, yozlaşmanın insan ilişkilerine ve Samandağ’ın güzel doğasına zarar verdiği düşüncesiyle, o eski Samandağ’la ilgili zihnindeki güzel izleri karartmamak için doğup büyüdüğü kente gitmediğini söyledi. Düşünsel olarak haklı bir gerekçe olsa, belki de 12 Eylül sonrasının politik çürümüşlüğüne ciddi bir tepki anlamı taşısa da sonuç olarak hepimiz için çok çarpıcı bir durum doğrusu. Bu konu üzerinde hepimiz oturup derinden düşünmek zorundayız.
İbrahim’le Metin Bey’in konuşmalarından sonra, burada önemli bir inisiyatifi olduğunu gördüğümüz bu Samandağlı arkadaşının sayesinde gemiye ücretsiz bindik, gemi çalışanları bize çay ve kahve ikram ettiler. Gemi gezintisi sırasında hepimiz çok heyecanlıydık, İbrahim’in arkadaşı uzun süredir Paris’te olmasına karşın ilk kez Seine gezintisine çıkıyormuş. Gezinti boyunca onlarca tarihi bina, heykel, müze gördük. Aklımda kalanlar Belediye Sarayı, Adalet Sarayı, Notre Dame Kilisesi, Napolyon heykeli… Gemi geri dönüşünde nehrin ayrışan diğer kanalından geçti ve biraz sonra iki kanal birleşti. Bu adacık köprüyle her iki yana bağlanmıştı, çok etkileyici bir manzara oluşmuştu. Bindiğimiz yeri geçerek Eiffel Kulesi’ni daha yakından görüp az ileriden dönüş yaptık ve Metin Bey’in bulunduğu yerde indik. Onunla tekrar merhabalaştığımızda Mehmet’le benim elimize, içine birer fotoğraf yerleştirilmiş kapanan bir kart tutuşturdu. Diğer elimize de rulo yapılmış birer resim.. Doğrusu çok şaşırdık ve bu içten davranış karşısında dona kaldık. Metin Bey, söz konusu karta bize söz söyleme hakkı tanımayan şu ifadeyi aktarmıştı: “Benim için en büyük duygu: Arkadaşlıktır.” İbrahim’le ona Hatay’la ilgili fotoğraf albümümden gönderdim, böylece arkadaşlığı birlikte büyütmenin bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorum.
Gemiye binmek üzere indiğimiz Trocadéro Metrosu’nun üstünden geçerek, Eiffel Kulesi’ni yakından görmek, hatta fırsat bulabilirsek kuleye çıkabilmek için yürümeye başladık. Gittiğimiz yol üzerinde Cezayir’de ya da Kuzey Afrika’da ölen Fransız askerleri için dikilen bir anıt gördük, üzerinde dijital kayıtla isimlerin akışı sağlanmıştı. Arkadaşlara dedim ki, “Bu Fransız emperyalizminin yüz karasıdır. Orada bu insanların Fransız sermayesinin çıkarları için öldüğünü haykırmak lazım.” Ardından da İbrahim’e sordum, “Peki, Cezayir’de öldürdükleri binlerce insandan özür dilemek üzere bir anıt yapmışlar mı?” O da bilmediğini, duymadığını söyledi. Bu durum, aklıma hemen Berlin’deki “Yahudi Soykırımı Anıtı”nı getirdi. Siyah ve değişik boyutlardaki yüzlerce tabut biçiminde dizilmiş geniş bir alana yayılmış olan bu anıt, insanlığın yüz karası Nazileri, faşizmin gerçek yüzünün hatırlatması bakımından kuşkusuz çok anlamlı; bunu Almanlara yaptırtma gücü olan İsrail ve Dünya’daki tüm Yahudiler, neden hep kendileriyle ilgili kıyımı her yerde canlı tutuyorlar da kendi sermayedarlarının da sorumlu olduğu Filistin başta olmak üzere kıyımları hiç gündeme getirmiyorlar?
Eiffel Kulesi, bildiğim kadarıyla Fransız devriminin yüzüncü yılında, yani 1889’da aynı adlı bir mühendis tarafından inşa edilmiş. Binlerce ton demir harcandığı ve bakımı çok masraf gerektirdiği için, bu mühendis o zaman cezalandırılmış, İbrahim’in anlattığına göre. Şimdi ise kulenin dev ayaklarının etrafında uzun kuyruklar oluşmuştu asansörle yukarı çıkabilmek için. Cezalandırılan bu adamın eserinin, Paris’e her gün 100 binlerce Euro gelir bıraktığını söyledi İbrahim… Bizim kuleyi daha geniş açıdan ve tam görebilmemiz için nehrin öbür tarafındaki bir sarayın bahçesine gitmemizi önerdiler. Modern sanatlar Müzesi olduğunu sandığım bir yapının ön kısmından kuleye doğru kamera ve fotoğraf çekimi yaptık, bizi uyaranların haklı çıktıklarını gördük.
Buradan tekrar metroya binip Moulin Rouge’un (Kırmızı Değirmen) bulunduğu eğlence bölgesine geldik. Öğle olmuştu ve acıkmıştık. Burada dönerci ararken, ayaküstü bir şeyler yiyebileceğimiz temiz bir mekana geçtik. Çalışan bayanlara isteklerimizi söyledi İbrahim Fransızca, onlar da çok ilgilendiler. Yediklerimizin yanında armağan da gönderdiler, buna tanık olunca “İşte Akdeniz sıcağı burada sürüyormuş” demekten kendimizi alamadık.
Karnımızı doyurmuş ve biraz dinlenmiş olarak, Paris’i bir tepeye kurulmuş ve Sacré Coeur, “Gizli Yürek” anlamına gelen görkemli bir kilisenin bulunduğu yere çıktık. Kilisenin önündeki gezinti alanında insan kaynıyordu, herkes fotoğraf, kamera çekimi yapıyor, Paris’i seyrediyordu. Buradan çekimlerimizi yapıp kiliseyi gezdikten sonra oraya yakın ressamlar meydanına giderken, Viyana’da tanık olduğumuz eski aristokrat sınıfın giysileri içinde put gibi duran kişinin, önündeki kutuya para bırakıldığında hareket geçerek teşekkür ettiğini gördük. “Modern dilencilik” burada da vardı demek…
Buradan metroya binerek Louvre Müzesi’nin bulunduğu yere gittik ama, müze kapanmak üzereymiş. Dolayısıyla ertesi gün erkenden burayı gezmeye karar verdikten sonra Champ-Elysée’ye doğru yürüyüş yaptık. Bu arada Berlin ve Viyana’da gördüğümüz anıt kapılardan birinin de bu yol üzerinde bulunduğunu gördük. Binlerce metre uzunluğundaki bu gezinti alanı, günün yorgunluğu nedeniyle gözümüzü korkuttuğundan, eve gidip yemeğimizi yemeye ve dinlenmeye karar verdik. Yemeğimizi yiyip biraz dinlendikten sonra arkadaşlarımızın, Seine nehrinin gece bir de ışıklı halini görmemizi istemeleri üzerine Notre Dame Kilisesi’ne doğru yürüdük. Nehrin ışıklı hali ve Paris’in gece görünümü de ayrıca görülmeye değermiş gerçekten. Ege’nin öte yakasındaki komşularımız Yunanlıların yoğunlukta olduğu bir sokağa gittik ve orada arkadaşlar dondurma yediler, bana da onları “seyretme zevki” düştü…
Ayaklarımıza kara sular inmiş olarak eve doğru yürürken, bir sokağın başında Victor Hugo levhasıyla karşılaştık, bu usta kalemin evini işaretliyordu. O sakağa göründüğü yere kadar bakarak Sefiller’in yazarını anarak iç dünyamızı zenginleştirmeye çalıştık. Eve geldik biraz sonra. İbrahim’le Aydın o küçük ve sevimli evlerini bize bırakıp arkadaşlarında kalmak üzere ayrıldıklarında çok duygulandığımızı belirtmeliyim. Böylesine içten dostlarımız olmasa, biz böyle bir geziyi yapacak parayı kendimizde bulamazdık. Demek ki “önce insanlık!”
Paris’i görme, tarih yolunda ilerleme isteğimiz kadar, İbrahim’le şiir üzerine söyleşmek de vardı planımızda. Ancak zaman ve ortam buna müsait olmadı. Sadece sevindiğim bir durumu dile getirmek istiyorum; o, Fransızcadan şiir çevirisi yapma cesaretini göstermeye başlamış. Arkasının geleceğine inanıyorum. Çünkü İbrahim, zor olanı başarmaya aday bir kişilik. Zorlukları başarma konusunda mücadele eden başka birinin, ayrılacağımız zaman şair-yazar kardeşi Onur Aslan’ın, “Suskun Bir Zaman Karesi” adlı öykü kitabını bize verdi.
Mehmet’in arabasına binerek Paris’in adeta açık hava müzesi görünümündeki “Pere La Chaise” mezarlığına gittik. Orada Türkiyeli iki önemli sanatçının, mezarları başında selamladık. Biri politik sinemamızın ustalarından, 1984’te burada ölen Yılmaz Güney; diğeri de ülkesinden kopartılan müzisyen Ahmet Kaya… Fotoğraflarla bu sahneleri belgeledik. Teyzemoğlu, Ahmet Kaya’nın mezarında yazan “Yine gurbette bir akşam oldu” sözünü okuyarak derin bir ah çekti. Doğrusu hepimiz hüzünlenmiştik, Mehmet hepimiz adına bir “ah” çekmişti. Mezarlıkta aile adları yazıyordu, anladığımız kadarıyla krematoryumda yakılan cesetlerin külleri bu aile mezarlıklarına konuyordu. Diğer türlü cesetleri oraya gömmenin olanağı yoktu. Adlarını bildiğimiz önemli şair-yazarların mezarlarını bulmak üzere dolaşırken, realist yazar ve Fransız romanının ustası Balzac’ın mezarıyla karşılaştık. “Vadideki Zambak” kitabının siyah mermerden kabartması vardı heykelinin önünde. Onun önünde de fotoğraf çekildik.
Mezarlıktan hızla Louvre Müzesi’ne gittik arabayla. İbrahim’le Mehmet arabayı park etmeye gittiler, ben de gişeden biletlerimizi aldım. Dört bölümden oluşan ve Dünya’nın en büyük müzelerinden biri olan burada hep birlikte girdiğimiz ilk bölüm, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’ya ait yapıtların sergilendiği yerdi. Ancak, ciddi bir şanssızlık yaşadık burada; çünkü kısa bir süre sonra İlkyaz’ı kaybettik.Bu kez aklımıza gelen olasılıkları değerlendirmeye başladık, önce İlkyaz’ın “Mono Liza” resmini çok merak ettiğini ve oraya doğru gidebileceğini düşünerek İbrahim oraya yöneldi. Zeynep’i bu bölümün girişinde beklemesi için görevlendirdik. Mehmet’le ben de bu bölümün salonlarını dolaşmaya başladık; içimiz iki açıdan rahattı, birincisi kendini kurtaracak kadar İngilizce biliyordu, ikincisi burası her açıdan kontrol edilen bir müzeydi ve başına kötü bir şeyin gelme olasılığı zayıftı. Yaklaşık iki saat kadar aramalarımızdan bir sonuç alamadık. Bu arada gezdiğimiz bölümlerle ilgili kamera ve fotoğraf kaydı yapmaya çalıştık. Özellikle önemli ressamların değişik boyutlardaki resimlerinin, o arada “Mono Liza”nın da sergilendiği salonlardaki fotoğrafların, daha sonra yaptığımız incelemede net çıkmamasına da üzüldük. Hatta aklımıza, “Bu fotoğrafların net çıkmasını önleyen bir dalga yayılımı mı yapıyorlar?” sorusu takılmadı değil.
Bu arada benim şekerim düşmeye başladı, resim salonlarının birinde dinlenmeye başladım ve Mehmet’e şeker bulmasını söyledim. Yanıma ara öğün ya da şeker alma tedbirini bu kez almamıştım. Bu ihmalkârlığımın cezasını bir süre sonra insanları çift görmeye başlamakla çektim. Neyse ki teyzemoğlu bir yerden bulduğu toz şekeri yetiştirdi de kısa bir süre sonra kendime gelebildim. Tabii bu arada hem İlkyaz’la ilgili kaygılarım artmış hem de moralimin bozulması şeker dengemi etkilemişti. İbrahim de İlkyaz’dan haber alamayınca hızla Zeynep’in yanına geldik. Danışmaya gidip görevlilere durumu anlattık, onlar anons yapamayacaklarını, ancak görevlilere telefonla bilgi verebileceklerini belirttiler; telefon trafiğinden de bir ses çıkmayınca Mehmet dışarı çıkıp kontrol etmeyi akıl edindi, biz de etrafı kolaçan etmeyi sürdürüyorduk ki telefonla Mehmet, İlkyaz’ı bulduğunu bildirdi ve derin bir nefes aldık. İlkyaz’ımız ağlayan gözlerle yanımıza geldi, onu hemen kucakladım, saçını okşadım, teselli ettik hepimiz. Onun anlatımına göre bizden biraz kopunca başı dönmüş ve bir süre bizi bulamayınca doğruca dışarı çıkmış. Tabi zaman çok ilerlediği için müzeyi tekrar gezme olanağımız yoktu. Özellikle İlkyaz açısından kötü bir gün geçirmiş olduk. Onu, ilerde mutlaka burayı gezdireceğimize dair söz vererek teskin ettik. Sağ olsun dostlarım bu konuda çok duyarlı davrandılar; Zeynep, bir bakıma İlkyaz’a bu gezi boyunca annelik etti.
Yüzlerce yıl derebeylerin egemenlik savaşına, burjuvazinin 1789 devrimine, Komüncülerin 1871 zaferine ev sahipliği yapmış Paris’ten çıkarken saat 17.00’ye geliyordu, Lüksemburg sınırına yakın bir yerde saat 19.30 sularında piknik havasında akşam yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk yeniden. Paris’e gidip gelirken dikkatimizi çeken iki hususa değinmeliyim. Birincisi; yol boyunca tarım alanlarının daha fazla ve Almanya’ya göre ormanların, yollardaki ağaçların az olduğunu gözlemledik. Zaten Avrupa’daki en büyük çiftçi eylemlerinin burada gerçekleşmesi, bu gözlemimizi teyit ediyordu. Gezdiğimiz başka yerlerde rastlamadığımız, buradaki yol kenarlarında birkaç yerde gördüğümü iki şey dikkatimizi çekti: Küre biçiminde on beş yirmi kadar bir aracın dizildiği ya da yuvarlak teker büyüklüğündeki araçların toprağa yan yana yatırıldığı… Bunların ne olabileceğini kesinleyemedik ama Almanya’da yorumlayanlar, bunların güneş enerjisiyle ilgili olabileceğini söylediler.
Son iki günümüzü de uçağa bineceğimiz Düsseldorf’a yakın olan Ramazan’lara ayırdık. Ancak bir gündüzümüzü buraya giderken Köln’de geçirdik. Doğrusu, Ren kıyısındaki eski bir “koloni” olan ve adı da oradan gelen Köln’ü gezerken en çok heyecanlanan İlkyaz’dı. Dom Kilisesi’nin kulesine mutlaka çıkmayı istiyordu. Geç kaldığımız için bu olanağı kaçırdık. Bu gotik mimarinin büyük şaheserini içerden ve dışardan ayrıntılı biçimde kayda aldık. Dom Kilisesi, katedral özelliği taşıdığı için Almanlar başta olmak üzere tüm Hıristiyanların çok önemsediği bir yapıdır. Eski tapınakların bulunduğu bir mekanda 13. yüzyılda bugünkü katedralin yapılmasına karar verilirken, kulesinin de dünyada bulunan tüm kulelerden daha yüksek olması öngörülmüştür. Yüzlerce yıl değişik ekleme ve yenilemelerle süren katedralin yapımı, 1880 yılında güney kuleye son taşın konmasıyla bitmiştir. Katedralin içindeki vitraylarda 12 havariler ve Hıristiyanlıkla ilgili birçok motif işlenmiştir. İçerde altın kaplama sanduka, dışarıda yılan başta olmak üzere birçok hayvan figürü, değişik boyuttaki heykellerle süslenmiş bu görkemli yapının bana oldukça soğuk geldiğinin altını çizmeliyim. Daha önce Mehmet Çöllü’nün söylediği üzere, bu yapının bakımı için bir köşesinden başlayıp diğer köşesine ulaşana kadar bir yıl geçiyormuş. Biz oradayken de bir tarafında kurulmuş iskeleler vardı.
Katedralden çıkıp Ren üzerindeki tren raylarının döşendiği demir köprüye ilerlerken Ludwig Müzesi dikkatimizi çekti. Bavyera kralı olduğunu öğrendiğimiz Ludwig adını taşıyan bu müzeye daldık ve saat 22.00’ye kadar açık olduğunu öğrendik. Oradaki görevlilerden birinin Yavuz isminde bir Türk olması işimizi kolaylaştırdı ve bize kendi konuk biletinden vererek içeriyi gezmemizi sağladı. Resim ve heykellerin bulunduğu salonları dolaşırken Picasso’nun resimlerinin bulunduğu salonda daha çok durduğumuzu söylemeliyim. Hatta İlkyaz, “Baba bu resimler orijinal olamaz herhalde.” diye takıldı.
Ren nehrinin karşı yakasına Mehmet, daha önce tekneyle geçtiklerini söyleyince bu kez demir köprüden gitmeye karar verdik. Sanıyorum havaalanı olarak Almanya’da Frankfurt ve Berlin en yoğun trafiğe sahipler; demiryolu ulaşımında da en hareketli yerin Köln olduğunu, istasyondan aynı anda birçok yöne giden trenlerle birçok yönden istasyona gelen trenleri izlemekten yorulduğumuzu söyleyebilirim. İki katlılar, hızlılar, kısa ve uzunlar... Mehmet, buradaki Ren nehrinin genişliğinin 300 m’yi aşkın olduğunu söyledi. Gerçekten de demir köprüden dakikalarca yürüdüğümüzü hesaba katınca bunun doğru olabileceği kanısı uyandı bende. Köprünün altından tekneler, yük gemileri gelip geçiyordu; bizim de dikkatimizi en çok çeken şey demir köprüdeki tellere bağlanmış olan taşak anahtarlardı. Baştan sona binlerce anahtarın süslediği bu görüntü eşliğinde fotoğraf çekildik. Anahtarların üzerinde isimler vardı. Bunlardan birinde “Murat Marta’yı seviyor” yazıyordu. Bu bizim için çok anlamlıydı, aşk din ve ulus ayrımı tanımıyordu.
Tarihte önemli iktidar savaşlarına tanık olmuş, İkinci Paylaşım Savaşı’nda müttefiklerce sürekli bombalanmış olan Köln’ü geride bırakıp Duisburg’a hareket ederken güneş batımının kızıllığında Mehmet, “Bugün de gurbette akşam oldu” dedi.
Akşam yemeğimizi Ramazan’larda yedik. Onlarla gezilerimizle ilgili izlenimlerimizi paylaştık. Elimizde olmadan yine Kışlak’la ilgili konulara daldık. Hatta Ramazan’ın 1980’lerin sonunda çektiği annesinin merkezinde yer aldığı video görüntülerini izledik.
Ertesi gün 4 Eylül’dü ve biz o akşam 21.35’te Düsseldorf’tan uçağa binecektik. Sabah mükellef bir Hatay sofrasında kahvaltımızı yaptıktan sonra hafif yağmurlu bir havada kenti gezmeye çıktık. Hatice’nin çalıştığı işyerinin bitişiğinde kahve içtikten sonra eski fabrikaların depolarının tadilat yapılarak büyük mağazaya dönüştürülen bir yere gittik. Yüzlerce metre uzunluğundaki bu büyük çarşıda bini aşkın işyerinin, insanları tüketime teşvik eden uygulamalarıyla karşılaştık. Aramızda, “Bir zamanlar burada Türkiye’den gelen ilk kuşak işçilerin alın teri dökülmüştü.” diye değerlendirme yaptık. Ufak tefek alışverişten sonra Hatice’nin kaptanlığında arabayla eve döndük. Akşam yemeğimiz, Vicdan Hanım’ın marifetli elleriyle hazırlanmıştı bile.
Saat 19.30 sularında Ramazan’larla vedalaşmaya başladık; evet, ilkokulda aynı sırada oturduğumuz ve birçok şeyi paylaştığımız bu dostla uzun yıllar sonra ilk kez böyle bir arada olmuştuk. Buna sevinirken ayrılık zilinin hüznünü içimizde duymaya başlamıştık bile. Vicdan Hanım’a emekleri için çok teşekkür ettik; Hatice, Metin ve Oğuz yeğenlerimizle kucaklaştık. El sallayarak Duisburg’a veda ederken, “insanoğlu kuş misali” demekten kendimizi alamadık. Duesseldorf havaalanına geldiğimizde Mehmet’le ikimizi efkar basmıştı, İlkyaz duygularını pek dışarıya yansıtmıyordu ama onun da burukluk yaşadığı malumdu. Uçağa binmek üzere biz Mehmet’e sarılırken, yine annelerimizle babalarımızın sıcaklığını taşıdık birbirimize; güzel insanların toprakları bol olsun, gül koksun diye…
Anasayfa

*TARSUS YENİCELİĞİ: ARATOS DERGİSİ VE UĞUR PİŞMANLIK

Müslüm Kabadayı

TARSUS YENİCELİĞİ: ARATOS DERGİSİ VE UĞUR PİŞMANLIK

Akdeniz sıcağının insanlık tarihine, uygarlık beşiğine kazandırdığı önemli kentlerden biridir Tarsus. Fazla söze hacet yok, antik dönemin önemli felsefecilerinin, tıp ve eczacılık alanında başarılı çalışma yapan bilim insanlarının yetiştiği Tarsus’un, bir bölümü ayakta duran Cleopatra Kapısı, tarihi Roma Yolu, Saint Paul mekanı başta olmak üzere birçok kalıntıyla tarihi mirasa ışık tutuyor. İşte bu “ışık”ın farkında olan Tarsuslu bir grup bilim insanı, aydın ve sanatçı tek tek çabaları yanında ortak bir üretimle “geçmişle gelecek arasındaki bağ”ı güncellemeye çalışıyorlar. Bu çabanın merkezinde duranların başında da gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve hayata sorumluca bakışıyla öne çıkan Uğur Pişmanlık geliyor.
Onun merkezinde durduğu iki önemli dergi çıkıyor Tarsus’ta: Aratos ve Areidos. Adını antik dönemde Tarsus’ta yaşamış şair, matematikçi, astronom ve filozof Aratos’tan alan ilk dergi 2004’ten bu yana 39 sayıdır yayımlanıyor. “Tarih, felsefe, kültür, sanat” dergisi olarak yayımlanan bu dergiyle 1970’lerin sonunda faşist katillerce öldürülen sosyolog Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in Tarsuslu olduğunu öğrendik. MS 1. yüzyılda Anavarza’da doğduğunu öğrendiğimiz hekim ve farmakolog Dioskorides’in, Tarsuslu antik çağın hekimi ve eczacısı Areios’un öğrencisi olarak yeni ilaçlar ürettiği bilgisine ulaştık.
Aratos dergisi, ayrıca kent tarihi ve kültürüne dair onlarca kitapçık yayınlayarak, bir bakıma Tarsus’un ortak aklını yansıtmak üzere bir bellek oluşturuyor. Bu yayınlarından birkaçını vermekte yarar var. Edebiyatta Tarsus, Tarsus ve Sinema, Tarsus Kılavuzu, Tarsus Folkloru Üzerine, Şahmeran, Gurbetteki Tarih: Tarsus, Tarsus Olimpiyatları, Tarsus’ta Halk Müziği, Edebiyatımızda Çeşmeler, Helenistik Tarsus, Tütengil’e Armağan… Uğur Pişmanlık’ın anlatımına göre, bu denli yoğun emekle sahip çıkılan Tarsus’un belleğini güncelleme çabasına, yerel yönetimler ciddi hiçbir katkıda bulunmadıkları gibi kent kültürü ve tarihiyle ilgili çalışma yapacak kişileri kendilerine yönlendirmekten de başka çare üretemedikleri dikkate alındığında, kamuculuğun ne denli önemli bir politik ihtiyaç olduğu görülüyor.
Merkezinde Aratos’un bulunduğu önemli etkinliklere de imza atan Tarsuslular, sinema günleri, edebiyat günleri, felsefe günleri düzenlediği gibi fotoğraf-karikatür-heykel sergisi gerçekleştirmektedirler. Okur-yazar buluşmalarını da ihmal etmeyen Aratos ekibi, İstanbul, İzmir ve Çukurova Kitap Fuarlarına katılarak, çalışmalarını ülke düzeyinde paylaşmaya çalışmaktadır.
Felsefe, arkeoloji ve hukuk vd. tematik sayılar çıkaran Aratos ekibi, 40. sayısının ekinde “Tarsus Çeşme ve Hayratları” başlıklı kitabı dağıtmayı hedeflemektedir. Kasım 2010’da “Felsefeyi duvarların dışına çıkartıyoruz: Sokakta felsefe” başlığıyla “Felsefe Günleri” düzenlemeyi önüne koyan Aratos, 2011 yılını da “Aratos Yılı” ilan ederek yıl boyunca kültürel, sanatsal ve bilimsel etkinlikler yapmayı hedefliyor. 2011’de yeni bir adım daha atmayı planlayan Aratos ekibi, “Aratos/ İnternational” başlığıyla İngilizce yeni bir yayın çıkartarak “Felsefe Seçkisi” oluşturmayı amaçlıyor. Bunların yanında spora da önem veren ekip, Mart 2011’de 7. yapılacak olan Uluslar arası Tarsus Maratonu’nda Aratos ve atlet Khrisippos antik giysileri içinde koşarak, geçmiş-gelecek bağını güçlendirmeyi hedefliyor.
Bir dergi öncülüğünde bu kadar yoğun ve olgun çalışmayı ortaya koyan ekibi, ortak çalışma kültürüne büyük katkı koyan Uğur Pişmanlık’ın şahsında kutluyoruz. Bereketli toprakların insanları Çukurovalıları, bu çabaya destek olmaya çağırıyoruz.
Anasayfa