2010/10/13

* “MADEN”İ İÇİNDEN HARLAYAN ŞAİR : MEHMET YILMAZ

Müslüm Kabadayı

“MADEN”İ İÇİNDEN HARLAYAN ŞAİR : MEHMET YILMAZ

İnsanlar vardır, yaşamlarını doğaya, toplumsal ilerlemeye, siyasal mücadeleye adarlar. O insanlar, deneyimlerini örgütledikleri oranda amaçlarına daha verimlilik ve süreklilik kazandırırlar. Bazıları bunu doğrudan kurumsal örgütlenmelerle ortaya koyarken, kimileri de yapıtlarıyla bunu gerçekleştirirler. Mehmet Yılmaz, uzun yıllar iki biçimde de bunu hayata geçirenlerden. 1970’li yıllarda TSİP, Halkevleri çalışmalarında bunu yaşarken, aynı zamanda şiir, öykü üreterek gerçekleştirir.
Kitaplaşan üretimleri, yayımlandıkları yıl sıralamasına göre şöyle: Acunsal Masal (1967), Yılansırtı Dostluk (1974), Madencinin Günlüğü (1976-1994), Denkleyerek Hasreti (1982-2001), Yayla Çiçeğine Türkü (1990), Grev Günleri (1991), Kuzey Sesimle (1993), Bir Deli Daha (1998), El Eli Eleştirir (2000), Kerem Olayım Bahara (2000) Suyun Sesini Dinle (2008) şiir kitapları iken, Göçebe Yayınları’ndan 2000’de yayımlanan “Yarım Soluk Yaşamak” başlıklı kitabı ise yedi öyküden oluşur. 1960 sonrası Toplumcu Şiirimizin atardamarını, bir madencinin “ateşnefes”i ensesinde taşıma duyarlılığıyla imgeleştirdiği “çoğul söyleyiş”le sürdüren Mehmet Yılmaz’ın, söz konusu tek öykü kitabının başlığını taşıyan öyküsünde de, -450 metreden gelen karanlığı yaşantılarında nasıl anlamlandırdıklarını anlattığına tanık oluruz madencilerin. “Neden içiyorsun Adem Ağabey?” sorusu, bizim de içimiz kemirir ve yeraltının da aydınlatılması için yüreğimizi ortaya koyma istenci uyandırır. “Bir Garip Anı” öyküsü ise, yazarın erkek olmakla birlikte kadın dünyasını çok iyi gözlemlediğini, onların duyarlıklarını incelikli biçimde işleyebildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Öykülerinin dilinin şiirselliğine gelince, bir şairin öyküleri için doğal değil mi? “Ne ki toplumsal yapı, töreler, sorumluluklarım, aşılması olanaksız birer engeldiler önümde. Bastırmıştım tutkularımı. Bastıra bastıra bir daha uç verip yeşillenme olanağı bırakmaksızın köreltmiştim duygularımı.” (s.51) cümlelerinde olduğu gibi.

Öykü kitabına “Mehmet Yılmaz ve Şiiri” başlığıyla “Önsöz” yazan Öner Yağcı’nın verdiği bilgiye göre, nüfusta 1949 doğumlu yazılmakla birlikte 1947’de Giresun-Görele’ye bağlı Esenyurt köyünde doğar sanatçı. 1958’den sonra ilk gençliğinin ve olgunluk çağının geçtiği Zonguldak’la buluşur. Öner Yağcı’nın söylemiyle “gençlik yılları, toprağın bağrından kömür ve şiir çıkarmakla geçmiş.” Madenden emekli olduktan sonra Karya Kitabevi’ni açıp madenci kentine kitaplarla kültür merdiveni döşemeye çalışır. 12 sayı çıkan Uğraş dergisindeki Zonguldak’ın yetiştirdiği Ahmet Naim, İrfan Yalçın, Doğan Şadıllıoğlu, Fahrettin Koyuncu, İbrahim Yıldız üzerine yazılarıyla edebiyat dünyasına katkıda bulunur.

2009 ve 2010’da Zonguldak’ta düzenlenen Nâzım Hikmet ve Aziz Nesin’le ilgili panellere konuşmacı olarak katıldığımda tanıştığım Osman Günay, Özlem Yücesan, Ayhan Kiraz, Ahmet Öztürk, Kadir Tuncer, Engin Çöl ve yaklaşık on yıldır aralıklı görüştüğümüz Recep Adıgüzel’den öğrendiğime göre varını yoğunu buradaki sanatsal faaliyetlere adayan Mehmet Yılmaz, ekonomik sıkıntılar yanında yaşadığı vefasızlık nedeniyle Zonguldak’tan ayrılıp doğduğu Esenyurt köyüne döner. Şimdilerde köyünde muhtarlık yapan sanatçıya, Ayhan Kiraz’a imzalayarak verdiği “Suyun Sesini Dinle” kitabına düştüğü telefon numarasından ulaştığımda, konuşmayı şehvetle seven bir Karadenizli’yle karşılaştığıma hiç şaşırmadım. Çünkü 1987-1993 arasında Trabzon’da öğretmenlik yaparken, bu durumla her an karşılaşmaktaydım. Birkaç kez yaptığımız telefon görüşmelerinin birinde, Zonguldak’ın yetiştirdiği önemli şairlerden Rüştü Onur’un Devrek’te heykelinin dikilmesi, kitaplarının yeniden basılması için verdiği mücadeleyi anlatmıştı. Dönemin belediye başkanı ve kaymakamını, 25 şair ve yazarı “dinleme zahmeti”ne sokarak bunları gerçekleştirmeye ikna eden konuşmasından söz etmişti. Ardından da bu çabasına karşın daha sonra oraya gittiğinde kendisinin yabancılanmasından duyduğu üzüntüyü dile getirmişti. Doğrusu, hep verici olan insanların, sadece sanatçılar arasında değil, halk içinde de değerinin pek bilinmediğini görmekten büyük acı duyduğumu bir kez de ona söylemekten utanmıştım.
Onun bu durumunu, konumunu Kemal Özer, “Kuzey Sesimle” kitabına yazdığı “Beğenilme Tutkusundan Arınmış Bir Ozanın Hesaplaşma Şiirleri” başlıklı metinde şöyle dile getirir : “Ucu 70’li yıllara uzanan bir zaman dilimi içinde Zonguldak’ı hep Mehmet Yılmaz olarak da düşünüyorum: Ağzında her an yarım kalmaya hazır bir gülümsemeyle. Mehmet Yılmaz’ı tanıdığım ilk günden bu yana, konuşmasında ve davranışında ilk göze çarpan ‘saygı’ olmuştur. Yaptığı işe olsun, konuştuğu kişiye olsun her zaman saygılıydı, her zaman da saygılı kaldı. Saygısızlarla dolu bir edebiyat ortamında bunun dikkat çekici olması elbette olağan. Yıllar boyunca şiirlerine gereken ilgi gösterilmedi. Kitaplarının üzerinde durulmadı. Ne var ki bu umursamazlık, onu hiçbir zaman yıldırmadı. Ne şiire, ne edebiyat dünyasına küstü. Savaşım içinde başına gelenleri göğüslerken yalnız bırakılmış olması da ondaki bu saygıyı azaltmadı. Kendi küllerinden doğar gibi silkinip kalktı hep. Olağan denemeyecek bir şey varsa, asıl bu!” (s.5)

Zihni T. Anadol ise, “Madencinin Günlüğü” adlı kitaba yazdığı “Tertemiz Bir Dil” başlıklı yazısında şairi şöyle tanıtır: “Özellikle kazma sallayan, yerin yüzlerce metre altındaki derinliklerde lağım atan, her an ölümün soğuk yüzüyle karşı karşıya gelen, dinamit patlatan sanatçılarımızdan Mehmet Yılmaz’ı görüyoruz toplum adına onur duyarak. Şiirleriyle tüm sınıf çelişkilerini önümüze seren, onlara sınıf bilincini duyurup yol gösteren, gerçekleri ayna gibi yansıtan bir proleter şairimizdir.” (s.6)

Sınıf mücadelesi tandırından pişerek olgunlaşanların, “anka”cılayın küllerinden doğmaktan başka şansları olamaz zaten. Böyle bir “proleter şair”in daha önceden edinme olanağı bulduğum tek kitabı İnsancıl Yayınları’ndan 1994’te çıkan “Madencinin Günlüğü”ydü. 6 Mart’ta Zonguldak’ta görüştüğümüz Zonkişot dergisinin yayıncısı karikatürist Ayhan Kiraz’la eşi Özlem Yücesan’ın incelemem için verdikleri Denkleyerek Hasreti, Kuzey Sesimle,Yayla Çiçeğine Türkü, Suyun Sesini Dinle şiir kitaplarını Ankara’ya döner dönmez elimden düşürmemiştim. Sonradan kendisinin gönderdiği öykü kitabını da okuyunca, bu emek kültürünün erini, işçi edebiyatının sanatçısını tanıtmak, okuduğum kitapları üzerinden poetikasına değinmek boynumun borcu oldu.

“Madencinin Günlüğü”nde Zonguldak’ı dizelerle şöyle betimler şair : “karaelmas diyarı burası/ yani diyar-ı gurbet/ bahriye eri uzun mehmet’in/ bir mutlu raslantı köseağzı deresinde/ siyah taşları bulup/ değirmenin ocağında yanışını deneyerek/ kırmızı yalımların karşısında/ buldum buldum diye haykırdığı/ ve emeğin metaya dönüşerek/ pazarda alıcı-satıcı bulmaya başladığı/ günden bu yana karaelmas diyarı/ diyar-ı gurbet // kürk kaftan samur yelek/ acılı yürek dövülü yürek” (s.8). “Karaelmas diyarı”nda 1968’de patlak veren büyük madenci direnişinden 1976’ya kadar maden işçisinin grizu patlaması başta olmak üzere yüzlerce can vererek çelik sanayi patronlarının tekerleklerinin dönmesine “dur” demek için yapılan eylemler, sendika ağalarının Genel Kurullarda oynadığı oyunlar, yeraltında kararan madencilerin sırtından Otel67’nin restoranında parlatılan viski, rakıları günlüğünde sınıfsal pencereden göründüğü yerine koyar şair. “Beyaz baretliler”in, yani polislerin “sarı baretliler”e yani madencilere karşı başlattığı zorlu saldırıda başarılı olamayınca askerlerin devreye sokulduğu 1968 direnişinden sonraki bir tabloyu, “Zonguldak Cumhuriyeti’nden Notlar” başlıklı yazımda bu durumu şöyle anlatmıştım : “Kilimli’deki askeri birliği gördüğümüzde Recep, ‘Burası 1960’lı yıllarda maden ocaklarında patlayan işçi eylemleri, grevler üzerinde Zonguldak’ın bazı ilçe ve kasabalarında kurulan ve işçi eylemlerini bastırmayı amaçlayan askeri birliklerin yerleridir. Biliyor musunuz, bu askerlerin iaşesi TKİ tarafından karşılandı hep.’ dedi. Sınıf mücadelesinde egemen sınıfın çıkarına bir kolluk sisteminin örgütlendiğini en açık örneğiydi bu anlatılan. Başka söze gerek var mı?”
“Gün güne gebedir/ aylar güne/ ben emeğe” diye başlayan “Güne Karşı” bölümüne şöyle başlar Mehmet Yılmaz : “kurtların kuşların uykuda yattığı/ ağustos böceklerinin assolist olarak katıldığı/ mezarlık kavaklarının senfoni çaldığı saatlerde/ tahtıravalli kurarım doğacak güneşe/ yerin yüzlerce metre derinliğinde // kazma kürek/ dışardan bakınca/ cesaret dolu bir yürek/ ne ecel terleri dökerim/ bir bilsen…” (s.32). “Ecel terleri döken” madencilerin ensesinden ölümün nefesi hiç eksilmez. Ailelerle birlikte yaşanan bu büyük acıyı şöyle dizelere döker şair: “mahşer günü hastanenin önü/ dilleri destan kadınların/ iki çeşme iki gözü” (s.40).

Zonguldak havzasındaki maden ocaklarında ecel teri dökenlerin büyük çoğunluğu kuşaktan kuşağa devrolunan işçi ailelerindendir. Ancak, 1960’lara kadar madenciler arasında çevre köylerden gelenler kadar Giresun, Trabzon, Artvin, Kars köylerinden gelenler de az değildir. Köylülerin işçileşme ve sınıf bilinci kazanma sürecine şöyle ışık tutar Mehmet Yılmaz : “nedir bu ücret fiyat kovalamacası/ körebe oyunu mu ki/ önüm arkam sağım solum sobe/ deyip gelesin üstesinden/ fındık bahçesi değil ki elinde girebi/ dolaşıp hüğüm hüğüm/ hamtefek eşeküzümü böğürten karadiken/ ne varsa çıkıversin içinden/ ne ki karşındaki/ yedi başlı ejderha gibi/ kapitalizm ve son aşaması/ tekellerin tröstlerin iktidarı/ holdinglerin cennet bahçesi/ emperyalizm/ elinde hançer // dostluk eli uzatışın ne” (s.55).

“Denkleyerek Hasreti” kitabında, doğduğu kent “Giresunlu kadınlar”ın gurbete giden eşleri ve çocuklarına duydukları büyük özlemi bir Karadeniz türküsüyle vurgular şair: “Fındık toplayan gelin/ Fındık dalda tekleme/ Kocan gitti gurbete/ Gelir diye bekleme” “Gurbetlik”in bir yaşam biçimi olduğu Karadeniz coğrafyasında “Denkleyerek Hasreti” şöyle der Mehmet Yılmaz: “gurbet sıla olur ellerimizde/ dayanamayarak direncine hasretimizin” (s.32). “şarap gibiyiz yıllanmış/ madende ovada damda/ ve küpü olmuşuz sabrın/ gökten yağanı içine sindiren toprak gibi” diyen şair, yaşam sevincini ve direncini şöyle imler: “boynunu uzattığında kardelenler/ tutamaz dağlar üzerinde karı” (s.26). Sanatsal bağdaştırmalarla imgeler oluştururken doğadan yararlanmasını ustaca bilen şair, “Önü Kirazdır”da kişileştirme sanatıyla bunu gerçekleştirir : “yarıladı mayıs/ önü kirazdır/ on beşinde kız gibi gülümsüyor şimdi/ canım dalbastı/ ve yanı başında/ bacılık kuruntusundaki vişne” (s.40). “Ses”in ayrışması ve örste gürzleşerek ortaklaşması diyalektiğini şöyle dizelere döker : “övüler öyküler dillenir/ kırılır sözcükler habire/ suya vuran ışıklar gibi/ benzemez ses sese // sen ey alıcı kuşu umudun/ sevdanın tümken kızı/ şavkır yüreğime/ örsünde bilincin/ gürzleşen sesin/ sesin sesim” (s.50-51).
Edebiyatımızda Divan şairi Levni’den modern şiirimizin güçlü kalemlerinden Ali Yüce’ye uzanan çizgide “boncuk/tespih şiir” olarak adlandırılan ilgili sözcükleri yan yana dizerek anlam yoğunlaşmasını vurucu dizelerle ortaya koyan söyleyişe, Mehmet Yılmaz’ın birkaç şiirinde de rastlıyoruz. “Türküler ve Şarkılar” şiirinden bir örnek : “karasaban çakmaktaşı döven buğday/ bel tokalak meel peştamal Keşan/ cevher yüksek fırın pota döküm çelik/ örs çekiç demir alınteri biçim/ buruşan deri yiten özlem/ akıp giden yaşamdır türküler” (s.22).
“Yayla Çiçeğine Türkü” kitabının girişinde Özer Başar’ın Mehmet Yılmaz’a atfen yazdığı “Umutsuz Şiir” yer alır. Son bölümü, şairin bir dizesine gönderme de içerdiği için buraya aktarmak istiyorum : “Yorgun ve terli karanlıkların sonunda/ güneş ışığınca umutlu oysa/ bitmedi bu serüven/ bitmeyecek diyen bilge dost/ yanlış zamanda ve mekanda damıttığı/ ince duyarlılığıyla sustu/ sustuk” (s.6). Gönderme yapılan dizenin, Adnan Yücel’in “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” şiirini de anımsattığını vurgulayıp bu kitaptaki şiirlerin birçoğunda tarihsel kişiliklere, olaylara, büyük sevdalara telmih yapıldığını belirtelim ve hemen örnekleyelim : “kızgın çöllere nakşettiği direnci/ leyla’yı kuşatan surları yıksaydı/ uçsuz bucaksız çöllerde yiter miydi/ mecnun’un sevdayı haykıran sesi” (s.7). “gür sesli kopuzlu Köroğlu değil/ körüğü üfleyen ferhat’tır öncülümüz” (s.19).
“resmini çiziyorum sevdanın/ mavice/ deryaların derinliği/ çağlayan köpüğü bir ilkyaz/ sarıyı devşiren bursa şeftalisinde/ kanat çırpan kelebek yüreğim” den (s.25) sonra “ustam promete” diyerek yine telmihe başvurduğunu görüyoruz şairin. Mehmet Yılmaz, bu kitabında yer alan bazı şiirlerde 12 Eylül faşizminin hayatı zindana çeviren uygulamaları karşısında “yenilgi”nin ve “eziklik”in boyutlarını da kendince gündemleştirir ve şiir diliyle sorgular. “Yanılsama” şiiri buna örnek verilebilir: “Övgülerimiz yankılandı kulaklarımızda/ kapılıp sarhoşluğuna alkışların/ bakmaksızın kendi sesimiz oluşuna/ coşkuyla dolan yüreğimiz/ nasıl da inandırdı bizi/ ucuz sahne oyuncuları örneği/ zirvede oluşumuza // biz miyiz ressamı/ yanılsamalar tablosunun” (s.30). Bu şiirdeki “gibi” edatı yerine kullanılan “örneği” sözcüğüne, şairin birçok dizesinde rastlıyoruz. Hataylı şair Mustafa Söylemez’in şiirlerinde de “benzeri” sözcüğü, aynı görevle sıkça kullanıldığından, 1960’lı yıllarda şiire yönelenler olarak ortak bir dil kullanımından etkilendiklerini söyleyebiliriz. Söylemez’in “Öyküsüdür Umudun” kitabında yer alan “İlkbahar Gelinciği” başlıklı şiirindeki “Son yaz yaprakları benzeri soluyordum” dizesini örnekleyebiliriz.

“sev bir orman gibi/ sonsuz evren gibi kucakla/ yok etmek için insanın insana uzaklığını/ üç öğün yemek beş vakit namaz gibi/ sevgi olsun günlük düşüncen” (s.48) diyen şair, 12 Eylül karabasan günlerinde yabancılaşan yoldaşlarına, dostlarına seslenir; Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirindeki “yok edin insanın insana kulluğunu” dizesine nazire bir söyleyişle…

“Kuzey Sesimle” kitabındaki şiirlerde bir makas değişikliği dikkati çeker şairin. Söyleyişte tersinleme, imgelerde daha yoğun soyutlama, şairler üzerinden sorulama, Zonguldak yer adlarından çağrışımlar yakalama öne çıkar bu şiirlerde. “1960 Sonrası Toplumcu Şiirimiz”in ustalarından biri üzerinden sorulama sanatını “Çocuk Olmak” şiirinde şöyle gerçekleştirir Mehmet Yılmaz : “…okurken şiir alıştırmalarını/ süreyya berfe’nin-şair ağabeyimin/ büyürken coşkum/ çocuk olmak geliyor içimden/ dirileşiyor soluğum/ söylesene süreyya ağabey/ insanları çocuklaştırmak için mi gerekli şairler” (s.38). Bir başka soruyla İspanyol şair Lorca’nın ölümünü anıştırır “Kendini Lorca mı Sandın” başlıklı şiirinde : “bir soru takılıyor ansızın usuma/ kör bir kurşun/ son verebilir mi yaşamına/ kendini garcia lorca mı sandın/ adam sen de/ öldürülüşünün ellinci yılı/ anılacak altı gün sonra” (s.36).
Tersinlemeyle anlamı kuvvetlendirmeye “Türküydü Sesin” şiirinde şöyle başvurur : “gökyüzü serçe kanadı büyüklüğünde/ doğacak günü muştular gözlerine/ beden içinde acı/ acı içinde beden/ bir helezonik yol çizer zaman/ dilinde sevda üstüne bir türkü/ ışıyan gözlerle bakarsın yaşama” (s.23).

Aşk şiirlerinde sıkça kullandığı “dudak”la “sığınak” arasında ilişki kurması, Mehmet Yılmaz’ın hem günlük mücadele içinde doyasıya sevda yaşayamamak durumunu hem de sevgiyle korunmak isteğini öne çıkartmaktadır “Yol Notları-2”de: “eceliyle ekmeği özdeşleşen madencinin/ sardı benliğini sıcaklığın/ dudaklarım/ kor kesen dudaklarına değince// ürkek gecelerimin sığınağı/ unutma beni” (s.11). “Karakışın Ortasında” şiirinde ise şöyle demektedir : “uzatıyorum susayan dudaklarımı/ kızıl kurnasına sevdanın” (s.15).

Yayımlanan son şiir kitabı “Suyun Sesini Dinle”de, geçmişle yaşanan an ve gelecek arasında salınır şair. Madenci yoldaşlarının yiğitliğinden söz eder “Mavi Bir Bulutken”de önce: “bir yapalakların memed’i unutmadım devrek’ten/ antalya’dan özdenlerin hasan’ı bir de/ sen de antepli karayılan kadar yürekli/ ben diyeyim veysel karani kadar güzeldiler/ namludan çıkan kurşun gibi yalnız/ dalından düşen yaprak gibi sarıydılar/ gemlik zeytini kadar gözü karaydılar”. Sonra Zonguldaklı şaire nazire yapar ve en sonunda da “Kuzey Sesimle”de dillendirdiği Lorca’yı hatırlatır. “mavi bir bulutken gökyüzünde/ tepelerin en cücesi gürcütepesine kondum/ ibrahim yıldız’ın şiirindeki/ o kayıp evi aradım durdum //…mavi bir bulutken gökyüzünde/ sarhoş resimlerimi düşürdüm/ zonguldak akşamlarında/ kendimi lorca sanırdım” (s.7-8).

12 Eylül zulmüne parmak bastığı “Canevimin Pencereleri” şiirinde şöyle der : “eylül yağmurlarıyla düştüm yollara/ firari bir göçebeydim kentten kente //…sırılsıklam hölüdüm eylül yağmurlarıyla/ bu titremelerim bu felçli halim o günlerden” (s.13-14).
Neo-liberal politikaların egemen olduğu son 30 yılın Türkiye’sinde, postmodern yaşantının çarpıklığını, bu süreçte sanal alemle dinsel alemin nasıl iç içe girdiğini örnekleyen bir şiirini olduğu gibi verirken, döneme özgü imgeleri nasıl oluşturduğuna dikkat çekmek isterim. “Çet”le “tef”in böylesine çağrışımlı bir zeminde bağdaştırılması, buna örnek verilebilir.


DELTA


kerem gözlerin şehla deltasında

ne yana baksan aşkın hüznü

kesişemeyen gözbebekleri aynı eksende

hükümranlığında gel-git alışkanlığın

dolanır labirentlerinde karmaşanın

destan gibi aranır çöl alizelerle

yadırgar sarılışını müridin

tutkunca anamal varsıllığa sarılır

söz göz ayrı iklimler yaşar




aslı aslı olabilir mi aslı’nın

gecelerin çet gündüzlerin tef yüzünde

sevda içli bir anlatı renkli sayfalarda

alır yerini her meta gibi raflarda

çatar keyfini kutlu buluşmanın

alıcısıyla neon ışıklı mekanlarda




sarılacak şıh arandığında mürit

aslı olur her güzel barlarda

şıhına cömertçe sarıldığında




Yukarıdaki şiirde üçlük, dörtlük, beşlik ve altılık birimlerden oluşan dizeleme tekniği, Mehmet Yılmaz’ın şiirlerinde ağırlıklı olarak nazım biriminin dize olduğunun bir göstergesi. “Güz” şiirinde olduğu üzere “başsöz”le kurgulama tekniğine de başvuran şair, şöyle bir biçim denemesi yapar: “güzdü

bildiğin güz

yüzde yüz

puhular öttü

uzadı gece” (s.17)



“Suyun Sesini Dinle” şiirini ise, fütüristlerin biçim denemesiyle bitirir:



“sessiz suyun sesini dinle

ey güzel düş’üm

sessizce

düş’üm

ses

siz” (s.52)

Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu’nun şiir serüveni, buldozer gibi kendi yolunu açan, bukağıları kırarak özgür koşuğa kanat çırpan bir yolculukla gerçekleştiği gibi, anlam-söylem, öz-biçim diyalektiğini estetik kılma çabasıyla devam etmektedir. İşçi edebiyatının şairi olarak, onun bunca birikimin üzerinden daha güçlü yapıt vermesini beklemek, bizlerin hakkı olsa gerek. Bu çerçevede “Düşerzincan” başlıklı bir nehir şiiri, ülkemizin halkaların kardeşliğinin temelini oluşturan eşitlik-özgürlük mücadelesini destansı kurguyla kaleme amakta olduğunu öğrenmek, işçi ve ezilen halkların edebiyatı adına bizi umutlandırmıştır.
Anasayfa

* Mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öykülere farklı bir örnek:“sur ve gölge

Müslüm Kabadayı

Mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öykülere farklı bir örnek: “sur ve gölge”

Okumalarımızda önceliklerimizin belirlenmesinde, bazen bir tartışma konusu, bazen de dostlarımızın “ayıktırmaları” etkili olmaktadır. Daha önce hiçbir yapıtını okumadığım Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “Sur ve Gölge” öykü kitabını bir gecede okumama vesile olan da bir internet günlüğünde okuduğum yazıydı. O yazıda, söz konusu kitapta yer alan sonuncu öykü “Yüzün Tamamlayıcısı”ndan söz edilmekte ve özellikle mekan olarak Antakya’yla ilgili çağrışımlar üzerinde durulmaktaydı. İlgimi çeken bu “çağrışım” nedeniyle olsa gerek okuma uğraşım bu öyküyle başladı, sabaha karşı birinci ve ikinci öyküyü de bitirmiş olarak yatağa girdiğimde, son dönemde popüler hale gelen mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öyküler içinde farklı bir kurgu ve dil tutturan Saçlıoğlu’nun öykü gerçekliği üzerine kafa yorma ihtiyacı duydum. Okurken tuttuğum notlar, bu ihtiyacı karşılamama daha sonra kılavuz oldu.
Okuma sırama uygun olarak öyküleri sondan başa doğru değerlendirmeyi uygun görüyorum. “Yüzün Tamamlayıcısı”, uzun öykü kurgusuyla kaleme alınmış ama aslında olaylar zinciri ve çatışma ve çakışma noktaları bakımından bir roman oylumunda… İstanbul’da güzel sanatlar eğitimi almak üzere aynı fakültede okuyan, öğrencilik dönemleri sırasında ve sonrasında sağlam dostluk kuran üç arkadaşın nereli oldukları, fiziksel özellikleriyle yetenekleri, geldikleri çevrenin özelliklerinin tanıtımıyla başlıyor öykü. Cemal Malatya’dan, Haluk İzmir’den ve Hüseyin de Antakya’dan olup farklı beklentilerle öğrenim hayatına başlarlar. Cemal, zor koşullardan geldiği için içlerinde en çalışkan ve fedakar bir çizgi izleyen kişiyken, Haluk’un amacı çevresinde gördüğü zenginlerle boy ölçüşmektir; Hüseyin ise büyük umutların peşinde koşmayıp kolay mutlu olan bir kişiliktir.

Göz açıp kapayıncaya kadar geçen öğrenim hayatlarından sonra da aynı evi paylaşmaya devam eden, sokak ressamlığı, eski tabloların tamiri gibi işlerde çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan üç arkadaştan Hüseyin’in, Antakya’ya döndüğünde bir yemekte görüştüğü “uzak” kuzenlerinden Zeynep’e aşık olmasıyla öykünün olay örgüsü başlar. “Otuz beş”ten önce evlenmeyeceklerine dair mutabakatlarını hatırlatan Haluk’un, evlilik konusunda Hüseyin’i sorgulaması sonucunda Zeynep’le duygularını ve geleceğe dönük hedeflerini tartma süreci başlar. Hüseyin’in kendinden uzaklaştığını düşünen “Zeynep’in hayali git gide zayıflıyordu” der anlatıcı. Bu tevriyeli sözle Zeynep’in ruh haline değinip geçer. Nedensellik ve karakter çözümlemeleri bakımından bir öykü çapında zayıf görünen yönlerden biridir bu.

İstanbul’da iş bulamayacağını anlayan Hüseyin, resim eğitimi aldığına pişman bir halde baba ocağına dönerken, Cemal üstün yeteneğiyle bir resim galerisinde restoratörlük işine başlar ve iyi para kazandığından arkadaşlarına da katkıda bulunur. Öğrenciyken ona daha çok Hüseyin arka çıktığı, Haluk ise sadece harcayan olduğu halde Cemal vefalı arkadaş olur.

Hüseyin, çiftçilikle uğraşan babanın süreci hızlandırması sonucu arkadaşlarını arayarak nikah gününü bildirince iki arkadaş iki elleri kanda da olsa katılacaklarını söylerler. O arada Haluk, Cemal’in çalıştığı yerde iş bulur. Düğün günü gelip çatana kadar yoğun çalışan iki arkadaş, biletlerini alıp kıyafetlerini hazırladıkları akşam fakülteden çok sevdikleri Hikmet Hoca’nın babasının ölüm haberi üzerine plan değişikliği yaparlar. Cemal, düğün günüyle çakışan cenazeye katılacak, Haluk ise Antakya’ya gidecektir. Buraya kadar gözlemci bakışıyla anlatılan öyküde, “Cenazeye gitmemek olmazdı. Hoş Hikmet Hoca’ya Hüseyin’in düğününe gideceklerini söyleseler hiç kırılmazdı,” ifadesiyle hakim bakışıyla anlatıma geçilir. “Düğün ya da cenaze” seçeneği arasındaki iki arkadaşın ruh halleri şöyle anlatılır: “Cemal de, Haluk da düğüne gitmeyi birbirlerine bırakıyorlardı nezaket icabı, ama bir yandan da düğünün cenazeden daha zevkli olacağı kuşkusuzdu.” (s.83) Bu anlatımdaki karşılaştırmanın yönünün “zevk” olarak verilmesi, önemli bir yanlıştır.

Hikmet Hoca’nın öğrencileri tarafından sevilen bir 68’li olduğu anlaşılmaktadır, Cemal’in idolleştirdiği gençlik liderleri kuşağından olduğu vurgulanarak. Babasının cenazesi için gazetelere verilen ilanlardan, çok değişik çevrelerle ilişkisi olan bir aileden geldiği de sezdirilmektedir. Cenaze töreni ise, Cemal’in hayatının akışını değiştirecek Aygül’le tanışmasına vesile olur. Aygül de Hikmet Hoca’nın yeni öğrencilerinden olup bir derste hocası tarafından Cemal’in örneklendiğinden söz etmesi, bir sevgi tomurcuğunun açmasına zemin hazırlar. Cenaze töreninde yaşananlar başlı başına bir öykü konusu olarak işlenebilecek durumlarla yüklüdür. Ancak iki noktada hızlı bir akış sağlanır. Hikmet Hoca’ya başsağlığına gelen değişik çevrelerden kişilerin, iki yüzlülükleri yanında başsağlığı diledikten sonra hemen kendi aralarında güncel konulara, dedikodulara dalmalarına Cemal’in gösterdiği iç tepki verilir. Diğer yandan Aygül’ün ölüme dair hınzırca soruları ve değerlendirmeleriyle Cemal’le yaşadıkları muzip durumun oradakilerce nasıl karşılandığı betimlenir. Cemal, Haluk’la anlaştıkları üzere her ikisi de gittikleri yerde gördüklerini fotoğraflayarak kaçırdıkları sahneleri göstereceklerinden, Aygül’ün derin gözleriyle anlam kazanan yüzünün fotoğrafını çeker. Tabii, cenaze sırasında basın için poz veren “ün düşkünleri”nin iki yüzlülüklerini de belgeler. O arada 1980 sonrası yağmacılığı ve estetikten uzak yapılaşma caminin mimarisinden yola çıkılarak değerlendirilir. Daha önce belirtildiği üzere, öykünün akışında çok şey verme eğilimi, her biri derinlemesine öykü çerçevesini oluşturacak bu durumların iğreti durmasına yol açmaktadır.

Hikmet Hoca için özel öğrenci olan Cemal, hocasının aynı gün Antakya’ya uçak bileti aldığı ve Hüseyin’in düğününe yetişeceği haberiyle sevince gark olur. Bu bilgi, öykünün 2005 sonrasına zamanladığını işaret etmektedir. Yapıt 2009’da yayımlandığına göre fırından yeni çıkan ekmek misali öykünün buharı tütmektedir.
Bu arada soruları ve yanıtlarıyla kendine çok güvenli bir görüntü sergileyen Aygül’ün bu halinden tedirgin olur Cemal. Onunla girdiği ölümle ilgili diyalogda gerçeklikle felsefi bakış farklılaşmasından doğan derin sorgulamalar yaşar iç dünyasında. Bu bölümde yazarın dil özensizliği dikkati çeker. Sınavlarda öğrencilere sıkça sorulan sorularda geçen “ilk” sözcüğünün yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım bozukluğuna bir örnek cümle şöyle: “İlk aklına geleni söyledi.” (s.96)
Cemal’le Aygül’ün diyaloglarında “kader”le “yazgı” sözcüklerinin çağrışımlarının zorlama yorumlarla verilmesi, daha sonra “rastlantı”yla ilişkilendirilmesi dikkat çekmektedir. (s.102) Bu zaafa karşın, “O gülümseme kaldı Cemal’in aklında. Makinenin ekranında kaldığından çok daha net kaldı…” ifadesiyle, makineye karşılık insani duyarlılığın öne çıkarılması gibi güçlü vurgular da söz konusudur.
Haluk’un otobüsle Antakya yolculuğundaki gözlemleri de öyküdeki gerçeklik bakımından önemlidir. Yolcuların aksanlarının Arapçaya kayması, samimi bir atmosferde uzaktakilerle diyalog kurmaları ve yanında oturan fötrlü, sakallı ihtiyarın konuşma ve davranışları… Bu ihtiyarın, Hatay-Adana-Mersin bölgesinde yaşayan Nusayri (Arap Alevi) şeyhlerinden, özellikle Haydari özellikler gösterdiği, o kültürü bilenlerce hemen anlaşılmaktadır. Bu şeyhlerin Batini inançla yaşadıkları, konuşma ve davranışlarında gizemli bir dünya olduğu bilinmektedir. Öyküde bu durum sezdirilir, özellikle şeyhin Haluk’a “yol” konusundaki tarifiyle ve ihtiyarın koltuğa düşürdüğü muskayla…

Antakya Otogarı’nda Rezzak adlı taksi şoförüyle tanışıp yörenin çokkültürlü dokusunun özelliklerini öğrenen Haluk, şoförün Hüseyin’in babası Halil Bey’i yakından tanıdığına şaşırması, küçük yerlerdeki tanışmaların burada çok daha yakından gerçekleştiğini kavramasına dönüşür. Harbiye tarafında oturan Hüseyin’lere vardığında, bahçeli evlerin güzelliği dikkatini çeker. Hüseyin’in bu bahçeleri, evlendikten sonra hapsedileceği mezara benzetmesi, gönlünün İstanbul’da “özgürlük” adına olduğunu öğrenmesi yanında oradaki insanların sevecenlikleri, konukseverlikleri gerçekçidir. Ancak, Halil Bey’le oğlunun Defne efsanesi üzerinden kurdukları diyalog fantastik bir boyut kazanır. Baba, oğula “Sen tanrı değilsin, defnene kavuşuyorsun, kız da ağaç olmayacak. Ne yapalım defne ağacını, bir sürü meyve ağacımız var zaten…” diyerek Hüseyin’i neşelendirmeye çalışır. Buradaki karşılaştırma da çiğ kaçar.

Öyküde nedensellik ve gerçeklik, tesadüflerle kurulur. Bu da yazarın mitolojik anlatılarla fantastik öğeleri kurgulama tekniğinden kaynaklanır. Haluk’un Haydari şeyhle yolculuğundaki tesadüfi kurgu, bu kez Cemal’in uçakta yan yana oturduğu Can adlı bir tekstil ticareti yapan biriyle Haluk’a iş için bağlantı kurmasıyla perçinlenir.

Düğün törenine Cemal’in yetişmesi ve damatla gelinin masasında oturan Haluk’a katılmasıyla farklı yönleriyle betimlenen düğün atmosferine geçilir. Harbiye’de öyle bir düğünde Arapça söyleyen müzisyenlerin uzun havalarına “türkü” demiş yazar. Yöresel meze, efsane, inançlardan kahramanlarına bilgiler verdiren yazarın, Arapça bu uzun havalara “muval” dendiğini de söyletmesi beklenirdi. Sonrasında Hüseyin’in ağzından “Cezayiri” dendiğinin söylenmesi, bu eksikliği ne yazık ki kapatmıyor. Çünkü, öyküde bazen o denli gereksiz ayrıntı veriliyor ki - düğünün yapıldığı yerdeki havuzun en ve boyunun rakamlarla ifade edilmesi gibi - temel noktalara değinilmeden geçilmesi sırıtıyor doğrusu.

Öykünün, Haydari şeyhten düştüğü sezdirilen kağıtta yazan “Ehlen ve sehlen bi kifeyet i’l-miyy”, Türkçesi “Hoş geldin ey yüzün tamamlayıcısı” sözünün çağrışımıyla “kaderin yüzüncü adımı” arasında bağ kurulmasını sağlayan diyaloglarla zirveye çıktığı görülmektedir. Burada da “inanç” üzerinden fantastik bir kurgu yapılarak, ağaçların altındaki yarı aydınlık masada oturan mafya görümlü birinin silahından çıkan kurşunun Haluk’la Cemal’in olduğu yöne doğru hızlanarak inmeye başladığı betimlenir. Buradaki gizem, şu cümleyle öykünün sonunda verilir: “Yıldızlar, rüzgar, gecenin karanlığı, rastlantının neyi seçeceğine meraklı gözlerle bakakaldılar.” (s.131)

Doğrusu, içinde bu kadar canlı öykü damarlarının attığı bir metnin fantastik olmak adına post-modernizme mahkum edilmesine sadece hayıflandım. Edebiyatın sahiciliği adına üzücü…
Anasayfa