2010/10/13

* Mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öykülere farklı bir örnek:“sur ve gölge

Müslüm Kabadayı

Mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öykülere farklı bir örnek: “sur ve gölge”

Okumalarımızda önceliklerimizin belirlenmesinde, bazen bir tartışma konusu, bazen de dostlarımızın “ayıktırmaları” etkili olmaktadır. Daha önce hiçbir yapıtını okumadığım Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “Sur ve Gölge” öykü kitabını bir gecede okumama vesile olan da bir internet günlüğünde okuduğum yazıydı. O yazıda, söz konusu kitapta yer alan sonuncu öykü “Yüzün Tamamlayıcısı”ndan söz edilmekte ve özellikle mekan olarak Antakya’yla ilgili çağrışımlar üzerinde durulmaktaydı. İlgimi çeken bu “çağrışım” nedeniyle olsa gerek okuma uğraşım bu öyküyle başladı, sabaha karşı birinci ve ikinci öyküyü de bitirmiş olarak yatağa girdiğimde, son dönemde popüler hale gelen mitolojik ve fantastik öğelerle bezenen öyküler içinde farklı bir kurgu ve dil tutturan Saçlıoğlu’nun öykü gerçekliği üzerine kafa yorma ihtiyacı duydum. Okurken tuttuğum notlar, bu ihtiyacı karşılamama daha sonra kılavuz oldu.
Okuma sırama uygun olarak öyküleri sondan başa doğru değerlendirmeyi uygun görüyorum. “Yüzün Tamamlayıcısı”, uzun öykü kurgusuyla kaleme alınmış ama aslında olaylar zinciri ve çatışma ve çakışma noktaları bakımından bir roman oylumunda… İstanbul’da güzel sanatlar eğitimi almak üzere aynı fakültede okuyan, öğrencilik dönemleri sırasında ve sonrasında sağlam dostluk kuran üç arkadaşın nereli oldukları, fiziksel özellikleriyle yetenekleri, geldikleri çevrenin özelliklerinin tanıtımıyla başlıyor öykü. Cemal Malatya’dan, Haluk İzmir’den ve Hüseyin de Antakya’dan olup farklı beklentilerle öğrenim hayatına başlarlar. Cemal, zor koşullardan geldiği için içlerinde en çalışkan ve fedakar bir çizgi izleyen kişiyken, Haluk’un amacı çevresinde gördüğü zenginlerle boy ölçüşmektir; Hüseyin ise büyük umutların peşinde koşmayıp kolay mutlu olan bir kişiliktir.

Göz açıp kapayıncaya kadar geçen öğrenim hayatlarından sonra da aynı evi paylaşmaya devam eden, sokak ressamlığı, eski tabloların tamiri gibi işlerde çalışarak hayatlarını kazanmaya çalışan üç arkadaştan Hüseyin’in, Antakya’ya döndüğünde bir yemekte görüştüğü “uzak” kuzenlerinden Zeynep’e aşık olmasıyla öykünün olay örgüsü başlar. “Otuz beş”ten önce evlenmeyeceklerine dair mutabakatlarını hatırlatan Haluk’un, evlilik konusunda Hüseyin’i sorgulaması sonucunda Zeynep’le duygularını ve geleceğe dönük hedeflerini tartma süreci başlar. Hüseyin’in kendinden uzaklaştığını düşünen “Zeynep’in hayali git gide zayıflıyordu” der anlatıcı. Bu tevriyeli sözle Zeynep’in ruh haline değinip geçer. Nedensellik ve karakter çözümlemeleri bakımından bir öykü çapında zayıf görünen yönlerden biridir bu.

İstanbul’da iş bulamayacağını anlayan Hüseyin, resim eğitimi aldığına pişman bir halde baba ocağına dönerken, Cemal üstün yeteneğiyle bir resim galerisinde restoratörlük işine başlar ve iyi para kazandığından arkadaşlarına da katkıda bulunur. Öğrenciyken ona daha çok Hüseyin arka çıktığı, Haluk ise sadece harcayan olduğu halde Cemal vefalı arkadaş olur.

Hüseyin, çiftçilikle uğraşan babanın süreci hızlandırması sonucu arkadaşlarını arayarak nikah gününü bildirince iki arkadaş iki elleri kanda da olsa katılacaklarını söylerler. O arada Haluk, Cemal’in çalıştığı yerde iş bulur. Düğün günü gelip çatana kadar yoğun çalışan iki arkadaş, biletlerini alıp kıyafetlerini hazırladıkları akşam fakülteden çok sevdikleri Hikmet Hoca’nın babasının ölüm haberi üzerine plan değişikliği yaparlar. Cemal, düğün günüyle çakışan cenazeye katılacak, Haluk ise Antakya’ya gidecektir. Buraya kadar gözlemci bakışıyla anlatılan öyküde, “Cenazeye gitmemek olmazdı. Hoş Hikmet Hoca’ya Hüseyin’in düğününe gideceklerini söyleseler hiç kırılmazdı,” ifadesiyle hakim bakışıyla anlatıma geçilir. “Düğün ya da cenaze” seçeneği arasındaki iki arkadaşın ruh halleri şöyle anlatılır: “Cemal de, Haluk da düğüne gitmeyi birbirlerine bırakıyorlardı nezaket icabı, ama bir yandan da düğünün cenazeden daha zevkli olacağı kuşkusuzdu.” (s.83) Bu anlatımdaki karşılaştırmanın yönünün “zevk” olarak verilmesi, önemli bir yanlıştır.

Hikmet Hoca’nın öğrencileri tarafından sevilen bir 68’li olduğu anlaşılmaktadır, Cemal’in idolleştirdiği gençlik liderleri kuşağından olduğu vurgulanarak. Babasının cenazesi için gazetelere verilen ilanlardan, çok değişik çevrelerle ilişkisi olan bir aileden geldiği de sezdirilmektedir. Cenaze töreni ise, Cemal’in hayatının akışını değiştirecek Aygül’le tanışmasına vesile olur. Aygül de Hikmet Hoca’nın yeni öğrencilerinden olup bir derste hocası tarafından Cemal’in örneklendiğinden söz etmesi, bir sevgi tomurcuğunun açmasına zemin hazırlar. Cenaze töreninde yaşananlar başlı başına bir öykü konusu olarak işlenebilecek durumlarla yüklüdür. Ancak iki noktada hızlı bir akış sağlanır. Hikmet Hoca’ya başsağlığına gelen değişik çevrelerden kişilerin, iki yüzlülükleri yanında başsağlığı diledikten sonra hemen kendi aralarında güncel konulara, dedikodulara dalmalarına Cemal’in gösterdiği iç tepki verilir. Diğer yandan Aygül’ün ölüme dair hınzırca soruları ve değerlendirmeleriyle Cemal’le yaşadıkları muzip durumun oradakilerce nasıl karşılandığı betimlenir. Cemal, Haluk’la anlaştıkları üzere her ikisi de gittikleri yerde gördüklerini fotoğraflayarak kaçırdıkları sahneleri göstereceklerinden, Aygül’ün derin gözleriyle anlam kazanan yüzünün fotoğrafını çeker. Tabii, cenaze sırasında basın için poz veren “ün düşkünleri”nin iki yüzlülüklerini de belgeler. O arada 1980 sonrası yağmacılığı ve estetikten uzak yapılaşma caminin mimarisinden yola çıkılarak değerlendirilir. Daha önce belirtildiği üzere, öykünün akışında çok şey verme eğilimi, her biri derinlemesine öykü çerçevesini oluşturacak bu durumların iğreti durmasına yol açmaktadır.

Hikmet Hoca için özel öğrenci olan Cemal, hocasının aynı gün Antakya’ya uçak bileti aldığı ve Hüseyin’in düğününe yetişeceği haberiyle sevince gark olur. Bu bilgi, öykünün 2005 sonrasına zamanladığını işaret etmektedir. Yapıt 2009’da yayımlandığına göre fırından yeni çıkan ekmek misali öykünün buharı tütmektedir.
Bu arada soruları ve yanıtlarıyla kendine çok güvenli bir görüntü sergileyen Aygül’ün bu halinden tedirgin olur Cemal. Onunla girdiği ölümle ilgili diyalogda gerçeklikle felsefi bakış farklılaşmasından doğan derin sorgulamalar yaşar iç dünyasında. Bu bölümde yazarın dil özensizliği dikkati çeker. Sınavlarda öğrencilere sıkça sorulan sorularda geçen “ilk” sözcüğünün yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım bozukluğuna bir örnek cümle şöyle: “İlk aklına geleni söyledi.” (s.96)
Cemal’le Aygül’ün diyaloglarında “kader”le “yazgı” sözcüklerinin çağrışımlarının zorlama yorumlarla verilmesi, daha sonra “rastlantı”yla ilişkilendirilmesi dikkat çekmektedir. (s.102) Bu zaafa karşın, “O gülümseme kaldı Cemal’in aklında. Makinenin ekranında kaldığından çok daha net kaldı…” ifadesiyle, makineye karşılık insani duyarlılığın öne çıkarılması gibi güçlü vurgular da söz konusudur.
Haluk’un otobüsle Antakya yolculuğundaki gözlemleri de öyküdeki gerçeklik bakımından önemlidir. Yolcuların aksanlarının Arapçaya kayması, samimi bir atmosferde uzaktakilerle diyalog kurmaları ve yanında oturan fötrlü, sakallı ihtiyarın konuşma ve davranışları… Bu ihtiyarın, Hatay-Adana-Mersin bölgesinde yaşayan Nusayri (Arap Alevi) şeyhlerinden, özellikle Haydari özellikler gösterdiği, o kültürü bilenlerce hemen anlaşılmaktadır. Bu şeyhlerin Batini inançla yaşadıkları, konuşma ve davranışlarında gizemli bir dünya olduğu bilinmektedir. Öyküde bu durum sezdirilir, özellikle şeyhin Haluk’a “yol” konusundaki tarifiyle ve ihtiyarın koltuğa düşürdüğü muskayla…

Antakya Otogarı’nda Rezzak adlı taksi şoförüyle tanışıp yörenin çokkültürlü dokusunun özelliklerini öğrenen Haluk, şoförün Hüseyin’in babası Halil Bey’i yakından tanıdığına şaşırması, küçük yerlerdeki tanışmaların burada çok daha yakından gerçekleştiğini kavramasına dönüşür. Harbiye tarafında oturan Hüseyin’lere vardığında, bahçeli evlerin güzelliği dikkatini çeker. Hüseyin’in bu bahçeleri, evlendikten sonra hapsedileceği mezara benzetmesi, gönlünün İstanbul’da “özgürlük” adına olduğunu öğrenmesi yanında oradaki insanların sevecenlikleri, konukseverlikleri gerçekçidir. Ancak, Halil Bey’le oğlunun Defne efsanesi üzerinden kurdukları diyalog fantastik bir boyut kazanır. Baba, oğula “Sen tanrı değilsin, defnene kavuşuyorsun, kız da ağaç olmayacak. Ne yapalım defne ağacını, bir sürü meyve ağacımız var zaten…” diyerek Hüseyin’i neşelendirmeye çalışır. Buradaki karşılaştırma da çiğ kaçar.

Öyküde nedensellik ve gerçeklik, tesadüflerle kurulur. Bu da yazarın mitolojik anlatılarla fantastik öğeleri kurgulama tekniğinden kaynaklanır. Haluk’un Haydari şeyhle yolculuğundaki tesadüfi kurgu, bu kez Cemal’in uçakta yan yana oturduğu Can adlı bir tekstil ticareti yapan biriyle Haluk’a iş için bağlantı kurmasıyla perçinlenir.

Düğün törenine Cemal’in yetişmesi ve damatla gelinin masasında oturan Haluk’a katılmasıyla farklı yönleriyle betimlenen düğün atmosferine geçilir. Harbiye’de öyle bir düğünde Arapça söyleyen müzisyenlerin uzun havalarına “türkü” demiş yazar. Yöresel meze, efsane, inançlardan kahramanlarına bilgiler verdiren yazarın, Arapça bu uzun havalara “muval” dendiğini de söyletmesi beklenirdi. Sonrasında Hüseyin’in ağzından “Cezayiri” dendiğinin söylenmesi, bu eksikliği ne yazık ki kapatmıyor. Çünkü, öyküde bazen o denli gereksiz ayrıntı veriliyor ki - düğünün yapıldığı yerdeki havuzun en ve boyunun rakamlarla ifade edilmesi gibi - temel noktalara değinilmeden geçilmesi sırıtıyor doğrusu.

Öykünün, Haydari şeyhten düştüğü sezdirilen kağıtta yazan “Ehlen ve sehlen bi kifeyet i’l-miyy”, Türkçesi “Hoş geldin ey yüzün tamamlayıcısı” sözünün çağrışımıyla “kaderin yüzüncü adımı” arasında bağ kurulmasını sağlayan diyaloglarla zirveye çıktığı görülmektedir. Burada da “inanç” üzerinden fantastik bir kurgu yapılarak, ağaçların altındaki yarı aydınlık masada oturan mafya görümlü birinin silahından çıkan kurşunun Haluk’la Cemal’in olduğu yöne doğru hızlanarak inmeye başladığı betimlenir. Buradaki gizem, şu cümleyle öykünün sonunda verilir: “Yıldızlar, rüzgar, gecenin karanlığı, rastlantının neyi seçeceğine meraklı gözlerle bakakaldılar.” (s.131)

Doğrusu, içinde bu kadar canlı öykü damarlarının attığı bir metnin fantastik olmak adına post-modernizme mahkum edilmesine sadece hayıflandım. Edebiyatın sahiciliği adına üzücü…
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder