2010/05/07

*Seçim oyunu

“Seçim oyunu” devam ediyor hala

26 Temmuz 2007 - Müslüm Kabadayı

Herhangi bir durum, olay ya da koşulda “seçim yapmak”, “seçmen”in bilincine, “seçilecekler”in de niteliğinin açıklığına göre biçimlenmektedir.

Birey, toplum ve insanlık düzleminde “seçim” olgusunu değerlendirdiğimizde öne çıkan “siyasal seçim”in temel unsurlarının ne olması gerektiğini belirlemekte yarar var. Birincisi, “siyasal seçim” bir toplumu, ülkeyi, hatta dünyayı yönetmekle doğrudan ilişkili olduğu için, yönetme ya da yürütme eyleminin içeriğinin ne olması gerektiğiyle işe başlamalıyız. Bir kez kavram olarak “yönetme”nin, ”yöneten-yönetilen” ikiliğini ortaya çıkardığı için reddedilmesi, temel koşul olmalı. İnsanın siyasal iradesine, kişilik geliştirme niteliğine göre doğru olan kavram ise “yürütme” olmalıdır. Yani, insanları “sürü” yerine koyarak siyasal seçkinler tarafından yönetilmesi anlayışının yerine, insanların siyasal iradeleriyle görev alan “siyasal öncü”lerin toplumun sorunlarını çözmek için tüm organları, kurumları, kısacası işleri toplumla birlikte yürütmesidir. Böylesine “insanın kişilik geliştirme” ve “bireyin toplumsallaşması” süreçlerine uygun bir temel üzerinde yapılacak “seçim”, “seçmenin bilinci”ni değerlendirmek bakımından anlamlı veriler sunabilir.

Bu temel kavramlaştırmamız üzerinden Türkiye’de yapılan seçimlere, özellikle de 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel Seçimleri”ne baktığımızda, bunun çok açık biçimde bir “seçme oyunu” olduğu görülüyor. Sözü uzatmaksızın “komedi” türündeki bu oyunun temel özelliklerini ifade edelim.

Birincisi, “seçim” parasal güç ve destek eksenlidir. Bu gücün kaynaklarına doğru eksenin eğildiği bir “seçme oyunu”nda yüz milyarlarca lira parası olmayan hiçbir kimsenin “aday” olarak “seçmenler”in önündeki komedi sahnesine çıkma şansı bulunmamaktadır. Türkiye örneğine bakacak olursak, iktidarda olan partiyi ve diğer milletvekili çok olan partileri devlet kasasından besleyen bir seçim sisteminde, genel olarak emeğiyle geçinen kitlelerin vergilerinden oluşan hazineden aktarılan bu paralarla, “parayı veren değil alan” düdüğü çalmaktadır. Çünkü bu kitleler, “parayı alan seçilmişler” tarafından çok kolay yönetilecek “enayiler” olarak görülmektedir.

İkincisi, yüzde on ya da başka bir orandaki baraj sistemiyle, sermaye sınıfının siyasal partiler üzerindeki hegemonyası güçlendirilmektedir.

Üçüncüsü, halk doğrudan bir örgütlü güç olmadığı için, bu seçim sistemi içinde birilerini seçtiğini sanmaktadır. Gerek mevcut Siyasi Partiler Yasası gerekse Seçim Yasası’yla, halkın kendi içinden aday göstermesinin zorlaştırıldığı, seçmesinin ise nerdeyse olanaksız hale getirildiği bir “oyun”a devam edilmektedir. Bu “oyun”un sonucunda bugün TBMM’ye giren milletvekilleri içinde nerdeyse işçi milletvekili bulunmamaktadır. Bayramali Meral gibi işçi kökenlilerin de artık bir sendika ağası oldukları herkesçe bilinmektedir.

Her vicdanlı yurttaşın, bu “seçim oyunu”na en başta şunlar için karşı çıkması gerekir:

Birincisi, ülkenin ABD, AB ve diğer emperyalist güçlere her gün biraz daha borçlandırılarak bağımlı hale getirildiği bu koşullarda trilyonlarca liralık seçim bütçesi, bu halkın emeğine, ülkenin geleceğine ihanet etmektir.

İkincisi, seçim sürecinde harcanan kâğıt, bez, naylon, boya vd. maddelerin kaybı, üretimde verimlilik ve tüketimde sorumluluk bakımından ülke kaynaklarının heba edilmesidir. Bu süreçte oluşan görüntü ve gürültü kirliliği de cabasıdır.

Üçüncüsü, kişilerin boy boy fotoğrafları üzerinden yapılan propaganda çalışmalarının, siyasal bir seçimin temel öznesi olan partilerin seçim bildirgeleri ve özellikle parti programlarının çok çok önüne geçirilmesidir. Bu komedinin önemli bir unsuru haline getirilen fotoğraflı propaganda, bir bakıma memleketin “güzellik” ve “yakışıklılık” yarışmasının sahnesi yapılmasıdır.

Bunlar her vicdanlı yurttaş için büyük bir acı kaynağıdır. Bu “oyunu” oynayanların amacı da yurttaşların “vicdanlarını karartmak”tır.

“Vicdanlı yurttaş”, ürettiklerinin kıymetini bilen ve bunların toplum hizmetine en verimli biçimde sunulmasını planlayan, denetleyen bir toplum düzenini kurmayı amaçlamadığı sürece, fındık-sebze-meyve üreticisini azarlayanları, işçileri fabrika kapısının önüne koyanları, gençliğin büyük çoğunluğuna işsizliğe mahkum edenleri, ülkenin borç batağına saplanmasını körükleyenleri iktidara getirmeye devam eder bu halk. Boşuna demiyorlar “Örgütlü bir halkı hiçbir güç yenemez!” diye. Öyleyse bu ülkenin sosyalistlerinin birincil görevi, seçim süreçleriyle sınırlı kitle çalışması yapmak değil, ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle, fabrika fabrika, tarla tarla bu halkı “örgütlü güç” haline getirmektir.

Bakın o zaman Türkiye, ABD emperyalizmine kafa tutan bir Venezüella olmaya nasıl aday hale gelecektir. Yoksa, bu halkın % 77’sinin ABD’yi tehlike görmesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ABD’ye en iyi hizmet edecekleri “seçen” bir sürü olduktan sonra. “Vicdanlı yurttaş”, “sürü” olmaktan kopan ve “bağımsız, eşit ve özgür” bir gelecek için örgütlenip mücadele ettiğinde, işte o zaman, emperyalistler ve işbirlikçilerinin korkulu rüyası olacaktır.
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder