2010/05/07

*Kapitalist kriz politikası

Kapitalist kriz politikası:Emperyalist merkezlere kaynak aktarımıdır 10 Mart 2009
-Müslüm Kabadayı-

2008’de kapitalizmin dünya çapında yaşadığı “kriz” olarak gündemi belirleyen ekonomik ve toplumsal olguları çözümlemek, nihayetinde siyasal bir değerlendirmedir ve bu nedenle kapitalizmin yapısına odaklanmayı gerektirir. Bu yayının okuyucularının birikimini dikkate alarak, etraflı bir açıklamaya gitmeden, kapitalizmin yapısının “kriz” üretmekle malul olduğunu vurgulamakla, konuya can alıcı noktadan girmiş olalım.

Kapitalizmin dünya sistemi haline gelmeye başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana yaşadığı ana ve ara krizleri burada saymaya gerek yok, ancak bu ana krizlerin çok değişik ölçeklerde (en büyük yıkımları 1. ve 2. Paylaşım Savaşlarıdır) savaşlara yol açtığı, bu savaşların da yerel, bölgesel ya da dünya ölçeğinde yeni devletlerin, siyasal ve toplumsal rejimlerin oluşmasıyla sonuçlandığı biliniyor. Yazının sonunu, bu noktaya dönerek bitirmek kaydıyla bugün yaşanan krizin birkaç temel özelliğini vurgulamak istiyorum.

1.1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle Dünya’da egemen sistem haline gelen kapitalizmin, refah ve adalet getireceği kandırmacasına kapılanlar aynı dönemde 1. Körfez Savaşı’nda, daha sonra Somali, Balkanlar, Afganistan, Kafkaslar, Irak, Lübnan ve Filistin’de gördüler ki kapitalizmin kanlı çarkı, gerilim-çatışma-savaş dişlileri olmadan dönmüyor. Kapitalizmin yapısal niteliğine dair bu saptamanın önemi şu: Kapitalist ülkeler, emperyalist aşamada, kimi aklı evvellerin uydurmalarıyla “globalizm” sürecinde, çatışma yaşamadan dünyayı yönetmeyi başaracaklardı. Buna “tarihin sonu” diyen sermaye ideologları çıkmıştı ve ne yazık ki bu söylemi bizim ülkemizde de pompalayan ahmaklar çoğalmıştı. Çok değil 18 yıl gibi kısa bir sürede onlarca bölge ve ülkede çatışmalar, savaşlar gerçekleştiği gibi dünya halklarını yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, büyük iç ve dış göçlere mahkum etmek isteyen emperyalist sosyo-ekonomik politikalar ayyuka çıktı. Bugün ABD ile AB’nin kimi gerilim ve çıkar çatışmaları olsa da, sömürü paylaşım politikalarında ciddi sorunlar yaşamalarının temelinde, Rusya-Hindistan gibi giderek güçlenen başka kapitalist ülkelerle birlikte Çin, İran gibi kapitalizmle işbirliği içinde ekonomilerini, askeri ve siyasi nüfuz alanlarını geliştiren ülkelerin yarattığı gerilimler yatmaktadır. (Bu gerilimler yanında ilginç olan bir nokta var ki, bizzat Dışişleri Bakanı H. Clinton’un yaptığı açıklamaya göre, ABD’nin hazine bonolarına 1 Trilyon Dolar yatıran Çin’in, ABD ekonomisinin çökmesini önlediği ve bu ilişkinin Çin’in, işçi ve emekçilerinin yoğun emek sömürüsü üzerinden biriken finans kaynaklarını yeni bonalar alarak ABD’ye aktarmasının şart olduğu gerçeğidir.) Bunlar da çok açık gösteriyor ki, kapitalizmin yapısında yer alan rekabet, üretici güçleri geliştirmekten daha fazla toplumların, halkların, ülkelerin yıkımlarına yol açmaya devam etmektedir.

2.ABD’nin petrol-silah-ilaç ve bilişim sektörleri başta olmak üzere Dünya kapitalizminin amiral gemisi olmasına dayanak sağlayan sermaye hareketleri, son on yılda “kağıt sermaye”yle şişirildiği için dış ticaret açığı yönetilemez aşamaya gelince, büyük finans sermaye kartelleri kağıttan kaplanlar olarak yıkılmaya başlanmıştır. Dünya Bankası, IMF ve DTÖ üzerinden, bu “yıkım”ın faturası Türkiye gibi bağımlı ülkelerden büyük kaynakların emperyalist merkezlere aktarılmasıyla onlar için “lokum”a, işçi ve emekçiler içinse “zıkkım”a dönüştürülmüştür. “Yabancı yatırımcılar, 2003-2008 döneminde 8.8 milyar doları doğrudan yatırımlar, 19.6 milyarı da portföy yatırımlarından olmak üzere Türkiye'de elde ettiği 28.3 milyar dolarlık kârı ülkesine transfer etti.” ( (ANKA’nın haberi) verisi, bunun somut örneğidir.

3.Yabancı yatırımcıların kaynak aktarımı son yıllarda hızla artarken, Türkiye’deki sanayileşmenin dışa bağımlılığından kaynaklanan dış ticaret açığı da sürekli büyümüştür. Son yıllardaki tabloyu Korkut Boratav şöyle özetlemektedir : “2003-2008 arasında mal ihracatının yıllık ortalama artış hızı yüzde 22, ithalatınki ise yüzde 28’dir. Bu nedenle dış ticaret açığı istisnasız her yıl artmış; 2003’te 14 milyar dolarla başlayan bu açık, 2007’de 47 milyar dolara yükselmiştir. Bu beş yıllık dönemde dış ticaret açıklarının toplamı, cari işlem açığından yüzde 38 oranında daha fazladır. Kısacası, büyüyen cari işlem açığının ana nedeni, mal ithalatı ile ihracatı arasındaki makasın sürekli açılmasıdır; yani dış ticaret açığıdır. IMF patentli ‘enflasyon planlaması’, Merkez Bankası’nın döviz kurunu hedeflemesine imkân vermiyor; ucuzlayan döviz, GB’nin de katkısıyla Türkiye sanayiini girdiler yoluyla dışa bağımlı kılıyor; sanayi üretim ve ihracat hacmindeki her artış, artan oranlarda katma değerin ve istihdamın ülke dışına aktarılması ile sonuçlanıyordu.” (haber.sol.org.tr)

4.Kapitalizm, üretim araçlarını ihtiyaçları doğrultusunda geliştirmekle birlikte insanlığın temel ihtiyaçları (beslenme, barınma, giyim) başta olmak üzere eğitim, sağlık vd. taleplerini hep “kâr” hırsı üzerinden biçimlendirmeyi yapısında barındırdığından, hem plansızlıklara hem de rekabetin yıkıcılığına yol açar. Kaynakların yağmalanması, doğanın tahribatı ve çevrenin kirlenmesi yanında, pazar paylaşım çatışmalarından kaynaklanan yerel ve bölgesel savaşlar bunun en çarpıcı çıktılarıdır. Bugün ülkemizin de odağında bulunduğu Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirilmek istenen BOP’un yarattığı gerilimler, kapitalizmin bu krizini tetikleyen unsurlardan biridir.

Şimdi, 2008’de ABD’den başlayarak bağımlı tüm ülkeleri, piyasaları sarsan krizi idare edebilmek için G-7 olarak adlandırılan emperyalist ülkeler, geçenlerde Roma’da, ekonomi ve maliye bakanlarıyla merkez bankası başkanlarının katıldığı bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda “Piyasaları normalleştirmeye yönelik acil önlemler, başta Uluslararası Para Fonu (IMF) olmak üzere uluslararası kuruluşların reforma tabi tutulması, korumacılıkla mücadele, muhtelif ülkeler arasında koordineli ve müşterek önlemlerden oluşuyor. Taslak metinde, güveni yeniden sağlamak, finans piyasalarındaki koşulları iyileştirmek, toparlanma ritmini hızlandırmak için mali piyasalar ve ekonomide istikrar sağlanmasına öncelik verilmesi isteniyor. Bu çerçevede, likidite ve sermaye sağlanmasına ile şirket bütçelerinin temizlenmesine devam edilmesi gerektiğine de işaret ediliyor.” (www.milliyet.com) Bunlar ne demektir? Emperyalist ülkeler hiçbir reel sektörde karşılığı olmayan finans politikalarıyla (karşılıksız para basarak vs.) emek sömürüsü başta olmak üzere, bağımlı ülkelerden kaynak aktarımlarına hız verilecektir. Bilindiği üzere Türkiye’deki sermaye gruplarının sözcüleri (TÜSİAD, TİSK, MÜSİAD vd.) de hükümetin IMF’yle bir an önce anlaşma yapmasını istemektedirler. Türkiye kapitalizminin, emperyalizmle işbirliği halinde hem içte hem de Ortadoğu bölgesindeki politikalarına en uygun bir kombinezonla hükümet olan AKP ise, “Amerikan bayrağı altında “Yeni Osmanlıcılık” açılımlarıyla bu süreci yönetmeye çalışıyor.” (www.sol.org.tr) Bu ne demektir? Bir yandan 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere kadar emperyalist merkezlerden aldığı krediler ve emekçilerin sırtından oluşturulan kaynaklarla “yoksullar”ın ağzına bir parmak bal çalınacak, diğer yandan da kafası karışmış, rotasını şaşırmış kitlelerin kafasında dinsel ve milliyetçi büyüme ideolojisini yaygınlaştırarak, sermayeye ve AKP’ye yönelecek sınıfsal tepkileri etkisiz hale getirmek.

Tes-İş Sendikası Dergisi’nin Ocak 2009 sayında yer alan araştırmaya göre, istihdamdaki toplam nüfus 22 milyon 277 bin kişi olurken, bunun 10 milyon 115 binini herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 11 milyon 398 bin kişiden yüzde 17.5’ oranındaki 2 milyon kişinin kayıt dışı çalıştığı belirtildi. Toplam sayıları 1 milyon 640 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 89.8 oranındaki 1 milyon 472 bini kayıt dışı olarak çalışıyor. İşveren olarak faaliyet gösteren 1 milyon 219 bin kişiden yüzde 27.4 oranındaki 334 bini ile kendi hesabına çalışan 4 milyon 740 bin kişiden yüzde 66.8 oranındaki 3 milyon 166 bininin de sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor. Bu acı tabloya, Türk-İş üyesi işçiler çoğunlukta olmak üzere sendikalı on binlerce işçinin iş sözleşmelerinin feshi, ücretli ve çoğunlukla ücretsiz olmak üzere işten çıkarmalar yoluyla işsiz kalmaları eklenmiştir.

Peki, bu tablo karşısında işçi ve emekçilerin sendikal ve demokratik kitle örgütlerinin konumu, gücü ve politikaları ne? Büyük kamu iktisadi teşekküllerinin hızla özelleştirilmesi karşısında ciddi ve ortak bir direnç geliştiremeyen sendikalar, özellikle Türk-İş, son 10 yılda büyük üye kaybına uğramıştır. Birleşik Metal-İş üzerinden sanayi alanındaki özel sektörde örgütlenmeye çalışan DİSK, bu alanda AKP döneminde işbirlikçi sendikalardan Hak-İş’in önünün açılması nedeniyle fazla güç biriktirememiştir. Güçleri bu denli zayıflamış olan Tük-İş, DİSK, KESK; önce kendi başlarına farklı işkollarında “Krizin bedelini ödemeyeceğiz!” tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardır. “Teğet geçecek” denilen kriz derinleştikçe, bir araya gelerek 15 Şubat 2009’da Kadıköy Meydanı’nda Türk-İş, DİSK ve KESK’in çağrısıyla düzenlenen “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz; İşsizliğe ve Yoksulluğa Karşı Birleşik Mücadele! Emek ve Demokrasi Mitingi”ni düzenlemişlerdir. Bu mitingde, Türkiye’de işçi ve emekçilerin sendikal örgütlerinden ileri konumda olduğu belirtilen DİSK ve KESK Genel Başkanlarının açıklamalarının özü şudur: “İktidarın süreci yönetemediğini söyleyen Çelebi, emekçileri üzerlerinde oynanan oyunu bozmaya ve mücadeleye çağırdı. Mitingin son konuşmasını yapan Sami Evren konuşmasına ‘Yaşasın sınıf dayanışması’ sloganıyla başladı. Krizin asıl tetikleyicisinin kontrolsüz sermaye hareketleri olduğunu söyleyen Evren, ‘Yapılması gereken, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesidir. Paranın rantını yiyenlerden alınan vergilerin arttırılmasıdır’ dedi. Hükümetin sermayenin çıkarına uygulamalara gittiğini belirten Evren, krizin patronların kasasına para akıtılarak aşılamayacağını söyledi. Evren, siyasal alanda bir demokratikleşme programıyla desteklenmeyen bir ekonomik çözümün etkili ve kalıcı sonuçlar doğurmayacağının altını çizdi.” ( (Sendika.Org’un haberi)) Bu değerlendirmeler gösteriyor ki sendikalar, sermaye sınıfının “kriz”e çözüm üretmesini bekliyorlar, sanki “kriz” onların birikimlerini yeniden düzenledikleri bir mekanizma değilmiş gibi.
Sendikal hareketin kriz karşısında ne yapması gerektiğine dair en kapsamlı değerlendirmeyi, patronların krizin bedelini her dönemde en çok kendilerine fatura ettiği gerçeğini bilen KESK’li kadınlar yapmışlardır. 1 Şubat'ta Ankara'da gerçekleştirilen "Biz Kadınlar Krizin Yükünü Taşımayacağız" Başlıklı Kadın Forumu'nun Sonuç Bildirgesi’nde şunların altı çizilmiştir:

“Biz KESK’li kadınlar sorumlusu olmadığımız krizin faturasını ödemek istemiyoruz! Bunun için; Cinsiyetçi istihdam politikalarına; Kadınları kriz dönemlerinde eve ve çocuk doğurmaya yollanacak yedek iş gücü olarak gören sermaye zihniyetine; Güvencesizleştirmeye; Enformelleşmeye; Sosyal hakların budanmasına; Bakım hizmetlerinin ortadan kaldırılmasına karşı çıkıyoruz! Biz KESK’li kadınlar olarak önümüzdeki dönemde aşağıdaki talepler için mücadeleyi yükselteceğiz!

• Dış borçlar iptal edilsin, kaynakların yoksullar ve kadınlar için kullanılmasına yönelik istihdam ve destek politikaları uygulanmalıdır.
• Sermaye hareketleri kontrol edilsin, servetten ve gelirden vergi alınmalıdır. Bu kaynaklar krizin yükünü çeken, işsiz, yoksul ve kadınlar için istihdam ve destek programlarında kullanılmalıdır.
• Kadınlara güvenceli, kayıtlı iş sağlayacak istihdam politikaları geliştirilsin ve hayata geçirilmelidir..
• Bakım hizmetleri toplumsallaştırılmalıdır.
• Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesine ve özelleştirilmesine son verilmelidir.
• Kamu kesiminde istihdam yaratıcı politikalar oluşturulmalı; eğitim, sağlık, çocuk ve yaşlı bakımı gibi toplumsal hizmetler alanında kadınlara öncelik tanıyan istihdam politikaları geliştirilmeli. Ayrıca, yeşil enerji, tarım ve sosyal hizmetlerde istihdam yaratıcı yatırımlar yapılmalıdır.
• Kar eden özel işletmelerde işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yasaklanmalıdır..
• İflas eden fabrikalar kamulaştırılmalı; . taşeron sistemine son verilmeli, kayıt dışı çalıştırma yasaklanmalı; ; ücretler düşürülmeden çalışma saatleri kısaltılmalıdır.! Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalı, , tüm çalışanların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.
• TKY, Performans değerlendirmesine son verilmelidir.
• Fazla çalışma kaldırılmalıdır.
• Temel ücretler yükseltilmeli ve ek ücretler emekli keseneğine dahil edilmelidir.
• Personel eksikliği kadrolu personel istihdamı ile giderilmelidir.
• Özelleştirmeler durdurulmalı, özelleştirilen kurumlar geri alınmalı.
• İşsizlik fonu ve hazine olanakları işsiz ve yoksuların desteklenmesi için kullanılmalıdır.
• SSGSS yasası geri çekilmelidir.
• Tüm kamu kurumlarında, semtlerde ya da diğer ortak mekânlarda, kreş, gündüz bakım evleri ve emzirme odaları kurulmalıdır.
• Ebeveyn izni kabul edilmelidir.
• Yasada öngörüldüğü gibi nüfusu elli bini aşan yerleşim birimlerinde kadın sığınma evleri kurulmalıdır.
• Sözleşmeli personele eş durumu tayini hakkı verilmelidir.
• Anadili farklı olup Türkçeyi bilmedikleri için eğitim, sağlık, istihdam gibi hizmetlerden yararlanamayan kadınlar için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

Tüm bu taleplerimizin hayat bulmasının örgütlü gücümüze ve mücadelemize bağlı olduğunu biliyoruz. Bunun için; her şeyden önce örgütlü gücümüzü büyüterek, işyeri merkezli mücadelemizi yoğunlaştıracağız.”

Şimdi başa dönüyorum; kapitalizmin yapısından kaynaklanan “kriz”in sürekliliğine vurgu yapmış ve bazı kriz dönemlerinde kapitalizmi alaşağı eden işçi devletlerinin, halk cumhuriyetlerinin kurulduğunu çağrıştırmıştım. Bu krizin de, geçen on yılda Venezüella ve Bolivya’da, giderek başka Latin Amerika ülkelerinde yağa kalkan işçi ve emekçilerin, halkların yaptığı gibi emperyalizme bağımlılığa son veren devrimlere imza attıkları gibi, Türkiye vd. bağımlı ülkelerdeki işçi-emekçilerin ekonomik mücadeleyle siyasal mücadelenin diyalektik bağını iyi kuran bir siyasal önderliğe yoğunlaşmaları tek çıkış yoludur. Bu yol; hem ülkemizin bağımsızlığını ve tüm kaynaklarını halkın yararına kullanımını sağlayacak hem de eşitlik ve özgürlük mücadelemizi zafere taşıyacaktır.
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder