2010/06/07

*AFŞAR TİMUÇİN ROMANININ IŞILDAĞI: MÜCADELE



Giriş

Yaşamını, estetiği merkeze alarak üretken kılmaya çalışan insanın, sarıldığı her şeye ışıltı vermesi doğal değil mi? Estetiği bizimle buluşturan öğe, o insanın yaşama sevincindeki o güzel ışıltıdan başka bir şey değildir.
Doğrudan konuyla ilgili olmayanlar, Afşar Timuçin’i şiirlerinden ve felsefe kitaplarından tanırlar. Biraz daha ilgili olanlar hikayelerini de okumuşlardır. Benim gibi, hocayı kişi olarak tanıyanların çoğunun ise, romanlarından habersiz olduklarını, onun adına düzenlenen bu “armağan”ı hazırlayan dostlarımın benden bu konuda yazı istemeleriyle fark ettim. Bu noktada, bir başka sorunun da önümüzde dağ gibi durduğunu görmeli ve estetiği teorik düzlemde zenginleştirirken, estetik yapıtların daha çok insana ulaşmasını, onların dünyalarına girmesini sağlamak için mücadele etmeliyiz.
“Şiirlerinde söz oyunları, okuyucuyu şaşırtan bulmacamsı öğeler yer almaz. İmgeleri yerinde ve şiir sesini, ahengini bozmayacak şekilde kullanmaktadır. Ben’in ön plana çıkmadığı, hüznün, kırılganlığın duyumsandığı bir şiir Timuçin’inki. Ama hep bir umudun, coşkunun gizlendiği, asla koyu bir karanlık ve umutsuzluğun hakim olmadığı şiirler.” diye poetikası bir bakıma ortaya konan Afşar Timuçin’in romanları, nasıl değerlendirilebilir? Şiirinde böyle bir estetik oluşturan sanatçının, romanlarında çok farklı bir yere savrulmayacağı, akla yatkın olandır. Şu ana kadar yayımlanmış dört romanı bilinmektedir. İlk romanı “Yarına Başlamak” 1975’te, ikinci romanı “Gece Gelen Dost” 1980’de, üçüncü romanı “Kıyılar Durunca” 1983’te yayımlanır. Yirmi yılı aşkındır yazdığını söylediği ve çok önemsediğini anladığımız “Tepedeki Yalnızlık” romanıysa, Mayıs 2009’da okuyucuya ulaşır. Anlaşıldığı kadarıyla 1983’ten üniversiteden emekli olduğu 2006’ya kadar akademik ve felsefe-estetik alanındaki kitap çalışmalarına ağırlık veren Afşar Timuçin, 26 yıl gibi uzun bir aradan sonra bu romanını edebiyat dünyasına kavuşturabilmiştir.
Estetiğin bağımsız bir alan haline gelip “sanat tarihi”yle ete kemiğe büründüğü 19. yüzyıldan günümüze kadar, doğrudan yapıtın niteliğinin “laboratuar”ını kurma yolunda açılımların yapıldığını görüyoruz. Roman estetiği üzerinde yoğunlaşanlar da, kapitalizmin bir dünya sistemine dönüştüğü dönemle birlikte romanın zirveye çıktığını, ancak emperyalist aşamanın yol açtığı insanlığın yıkımları ve toplumların birbirine benzeştirilmesiyle de etkisini yitirmeye başladığına vurgu yapmaktadırlar. Bu noktada iki çatallı bir saptama yapılabilir: Birinci çatal, hayat devam ettikçe toplumların konum ve durumlarına göre mutlaka devingen olan unsurlar bulunacaktır, dolayısıyla roman onların niteliklerine göre, zayıf veya büyük anlatılardan uzaklaşmış da olsa, biçimlenecektir. İkinci çatal da, her dibe vuruşun oluşturduğu basınçla insanlığa, doğaya yeni anlatılar kazandıracak unsurların romanı olacaktır. İşte burada devrimci estetik önem kazanıyor; çok hassas bir kuyumcu gibi insanın bu niteliğinin sirayet ettiği, bazı alanlarda derinlemesine nüfuzunu gösterdiği insanları, insan ilişkilerini, toplumsal direnç ve kurtuluş arayışlarını, iç çatışmaları yapıtında işlemesi…


Romanların Temel Özellikleri

Bir yazarın 34 yıllık bir zaman diliminde ortaya koyduğu dört roman, onun romancılığı konusunda ana çizgiler belirleme olanağı ne ölçüde verebilir kestiremiyorum ama ilk romanla son roman arasındaki ilişkiyi açıktan kurduracak kadar veriler sunduğu görüldüğüne göre, izlek ve kurgu-anlatım bakımından temel saptamaları yapma, genel değerlendirmeye gidebilme olanağının bulunduğu söylenebilir. Öncelikle ilk kitapla son kitap arasındaki bağlantıyı ortaya koyarak genel değerlendirmeye gitmekte yarar var.
1975’te ilk baskısı yapılan “Yarına Başlamak”ın “Bir”inci bölümünden önce, romanın kahramanı “Hüseyin’in bir roman taslağından” ibaresiyle italik yazılı bir paragraf yer almaktadır. Bu paragrafın şu üç cümlesi önemlidir: “Yarın bir tutumdur içimizde. Yarını kurabilmek için bizdeki bugünü yıkmalıyız. Bugün denen şey, yarı yarıya hastalıklı.” Aslında yazar romanın tümünde, bugünde yer alan bu hastalıkları deşifre ettirir kahramanlarına. Dün-bugün-yarın diyalektiğini de taslağın son cümlesiyle sezdirir: “Ne olursa olsun, yarına bugünden başlamalıyız.” Sonuncu kitap “Tepedeki Yalnızlık”ın ana kahramanı Hüseyin’dir ve gazetecilikten emekli olup bu mesleğe ilk başladığı dönemde roman yazmaya başladığı ama taslak olarak bıraktığı belirtilmektedir. Dolayısıyla Afşar Timuçin, bir bakıma bu taslağı 34 yıl sonra “Tepedeki Yalnızlık” adını verdiği romandan çok günlüğü andıran bir kitap çalışmasıyla romanın kahramanlarından Zeynep’e tamamlatır. Bu romandaki diyalektiği ifade eden cümle ise şudur: “Her değişken zamanla kendine benzemeyen bir şeylere dönüşür.”
Yazarın ilk romanı “Yarına Başlamak”taki ana kahramanlar Hüseyin ve Ayşe, son romanı “Tepedeki Yalnızlık”ta da yer almaktadırlar. Son romanda Ayşe öldüğü için Hüseyin ve Zeynep’in anımsamaları yoluyla betimlenir. Bir bakıma iki romanı “nehir” olarak nitelemek de mümkündür.
Afşar Timuçin’in romanlarında, anlatıcının baskın olmadığı ve karakterlerin diyalogların akışıyla kendilerini gösterdikleri bir devrimci estetik söz konusu. Özellikle “Yarına Başlamak” romanı Ayşe ile Hüseyin’in sürekli birbirlerini deşmeye çalıştıkları diyaloglarla akıyor ve böylece bu “deşme”lerden çıkan “seçme”lerin yaşama yön verdiği sezdiriliyor. Rauf Mutluay gibi bu romanı “iki kişilik” olmakla değerlendirip “cılız, eksik bir kitap” diye niteleyenlere karşın, aslında bu “deşme”-“seçme” diyalektiğinden toplumun algı ve yanılgılarının romanlaştırıldığı görülüyor. “Gece Gelen Eski Dost”ta ise, Aysel ile Sedat’ın diyalogları daha az olmakla birlikte iç sorgulamalar ve çevre betimlemeleri genişler. Çocuk ve dedenin de bu temel karakterlerin içinde, yanında bazen de çok uzağında biçimlendiği romanda, insanların zayıflık-güçlülük çatışmasıyla biçimlenen aşk serüvenleri ve evliliğin aşkı nasıl törpüleyip alışkanlıklara dönüştürdüğü işlenmiştir. Çocukların kişiliklerinin belirlenmesi büyüklerin doğrudan ve dolaylı ilişkilerle nasıl etkili oldukları, sevgi ile aşk çatışmasının bu ilişkileri nasıl yönlendirdiği olayların akışı içinde verilmiştir. Bedenle bütünleşik yürümeyen duygu ve düşünce dünyasının kurbanı olanların, zamanla başkalarını da çamura sokmaya çalıştığı, ancak bu devinimlerde de bir insani duygudaşlık bulunduğunu, Aysel’in peşini hiç bırakmayan “Canavar” betimlemesiyle dile getirilmiştir. “Kıyılar Durunca” romanında da annesinden sürekli “Pat, pat, pat… halı silkeler gibi, çamaşır tokaçlar gibi.” dayak yiyerek büyüyen Fatma’nın, bu açmazdan çalışıp öğretmen olduktan sonra “kendinden kopuş”la da hesaplaşarak kurtulma mücadelesi işlenmiştir. “Tepedeki Yalnızlık”taki Zeynep ise, bir yandan aşkla bağlandığı Hüseyin’e kendini hissettirmeye çalışırken aşk-onur çatışmasını yaşar ama kendi ayakları üzerinde onuruyla yaşamayı elden bırakmaz. Ayşe, Aysel, Fatma ve Zeynep’i birlikte düşündüğümüzde Afşar Timuçin’in romanlarındaki kadınlar, gelenekler başta olmak üzere toplumun, doğanın kendilerine biçtikleri görev ve sorumluluk anlayışını sorgularken, kendi yaşamlarıyla hesaplaşırken, sonunda mücadeleden kaçmayıp duyarlılıklarını ortaya koyabiliyorlar. Aysel, hem kendini içine gömen hem de eşiyle çocuğunu tedirgin eden “canavar”ı öldürme cesaretini gösterebiliyor. Aslında yazar, “Gece Gelen Dost”ta “Canavar” sözcüğünü büyük harfle tırnak içine almakla, bireyin toplumla ilişkisinde, yine toplumun ileriye sıçratılması için hesaplaşılması gereken temel unsur olarak sembolize etmektedir.
Bu çalışmanın sınırları dikkate alındığında, üç romanı birden burada irdelemek olanağı yok. “Mücadele estetiği” bakımından dört kadının merkezinde durduğu bu romanlardan, gerek ilk olması (1975’te ilk baskısı yapılmış), gerekse yazarın roman estetiğini diyalog tekniğini kullanarak bir diyalektik yönteme zemin sunması, gerekse de kahramanlardan birinin “roman yazma” serüveniyle ilişkilendirilerek roman anlayışlarının tartıştırılması bakımından farklı bulduğum “Yarına Başlamak” yapıtını ele almak istiyorum. Okuyucunun dikkatini bu romana çekmeden önce, dört romanın benzeyen ve ayrılan temel özelliklerinden kısaca söz etmeyi uygun görüyorum.
Okuduğum dört romanın da Bulut Yayınları tarafından basıldığından, hepsinde dizgi yanlışlarının düzeltilmesi elzem olacak kadar çok bulunduğunu belirtmeliyim. Özellikle sert ünsüz benzeşmesine aykırı yazılan sözcükler fazlalığı, son roman “Tepedeki Yalnızlık”taki satır sonlarındaki özel adların yanlış ayrılması, dkkat çekmektedir. “Yarına Başlamak”ın 34 ve “Gece Gelen Dost”un 21 iç bölümlemesi varken, “Kıyılar Durunca” 3 ana bölüme ve onlar da kendi aralarında 9-10-7 ara bölüme ayrılacak biçimde düzenlenmiştir. Son roman “Tepedeki Yalnızlık” ise 17 bölüm olup ve 16. Bölüm, “Zeynep’in Romanı: Tepedeki Yalnızlık” başlığıyla verilmiştir. Afşar Timuçin’in “bölümleme” tekniğinin; okumayı kolaylaştırmak, akış izlemini sadeleştirmek yanında bölümler arasında da okuyucunun dinamik kalmasını sağladığını söyleyebilirim, kendisi böyle bir amaç gütmese de. Bunu, ilk kitabın 21 bölüm süren yoğun diyaloglarından sonra 3 bölüm mektubun devreye girmesinden, diğer diyalog yoğunluklu 10 bölümün arasına da bir masal anlatısı yerleştirmesinden çıkarabiliriz. “Yarına Başlamak”taki diyalog yoğunluklu anlatımı rahatlatan yöntemdir bu, diğer kitaplarda yoktur. “Gece Gelen Dost”ta diyaloglar kısmen azalırken, “Kıyılar Durunca”- da ise 3 bölüm hariç tümüyle azalmıştır. Kimi roman tahlilcilerinin başvurduğu “kişi kadrosu” bakımından ele aldığımızda bu romanları, “kadro”nun kalabalıklaşması da sırasıyla artmaktadır. Bu saptamalarımızı, eğer onlarca roman yazmış bir kalem için yapmış olsaydık, bunun tesadüf olmadığını ileri sürebilirdik.

Bir Romana Bakış

Roman, Yalova vapurunun alt kamarasında oturan üç kişiden Ayşe ve Hüseyin’in sonradan eski okul arkadaşı olduklarını hatırlamalarıyla başlıyor. Bu iki kahramanın yoğun diyalogları üzerinden de aşk, evlilik, roman yazma, geçmişle hesaplaşma vd. konular derinlemesine işleniyor.
“Bir”inci bölümün dikkat çeken bir teması da “bellek” sorgulamasıdır. Hem yaşanan doğadaki değişim hem de insanın koşullar içindeki dağılmışlığıyla ilişkilendirilerek sorgulanır. “Eski un çuvalına benziyor belleğimiz; deliklerinden habire un akıyor. Ne çabuk siliyoruz aklımızdan. Kala kala bu yüzler kalıyor işte, bulanık sular gibi. Bu yüzler uçucu dostları belleğimizin.” “Böyle olur bu sonbaharlar, daha da unutkan eder bizi, yalnızlık duygusu verir.” Benzetme ve kişileştirme yoluyla duyguyla durumlara bizi çeken yazar, herkesin belleğini diri tutmasını sağlayacak işaret fişeklerini ata ata gider. İşte ilki işaret fişeğinin: “Biz geçmişinde ‘Ekmek Kartı Verilmiştir’ damgası bulunanlar, ne kadar yılgınız ne kadar çekingeniz.”
Afşar Timuçin’in diyaloglara dayalı roman kurgusu ve anlatımını bu denli öne çıkarmasının nedenini, Hüseyin’in roman yazma serüveniyle ilişkilendirerek Ayşe’ye söylettiği anlaşılıyor: “Yaşadığımızı anlatmalısın. Yaşadığımız şeyleri. Bizi konuşmalarımızla göstereceksin. Kimiz? Neyiz? Yerimiz ne? Yağmur neden bizim için önemli? Bizi birleştiren ne?” Bu ifade, aynı zamanda yazarın roman anlayışını yansıtmıyor mu? Merak yaratma duygusuyla yazılan her şeyi roman sayan anlayışı da Hüseyin’in ağzından eleştirir. “Sen romandan ne anlıyorsun Ayşe? Olayları meraklı bir biçimde ardı ardına dizme oyunculuğu mu?” “Onu siz romancılar öyle anlıyorsunuz.” diyerek Hüseyin’i yanıtlayan Ayşe’nin, bir başka diyalogda “iki kişilik dünya”larını yazmaktan söz eden Hüseyin’e söyledikleri, romanda diyalektiğin nasıl verileceğine dairdir. “İki kişilik ya da tek kişilik dünya yoktur. Böyle bir dünya düşüncede bir soyutlama, sanatta da düpedüz bir yalandır. Sen tek kişilik misin? Ben tek kişilik miyim? Biz tek kişilik miyiz? Nasıl olur! İyi bakmadığın zaman herkes kendi başına buyruk bir varlıktır. Oysa yakından baktığın zaman herkeste bir toplum, herkeste bir dünya, bir tarih yaşıyor. Ben romancı olsam da, diyelim, birini anlatmaya kalksam, her şeyden önce onun insan olarak dünyadaki yerini belirlemeye bakarım. O zaman tek insan koskocaman bir genişlik kazanır, kendine kapalı saçmalık olmaktan çıkar, kendinde başlayıp kendinde biten biri olmaktan çıkar. Onu sayfalarda okuyanlar, onda bir toplumu, bir çağı bulacaktır.”
Afşar Timuçin’in, romanı diyaloglarla kurmayı önemsediğini ve karakterlerin ne olduklarını, neyi temsil ettiklerini onların dilinden vermeyi seçtiğini belirtmiştik. Bu diyalog hızını kesen ve üç bölüm süren Ayşe’nin mektuplarına da değinmiştik. “Yirmi Dokuz”uncu bölümde ise hep bir masalın farklı paragrafları cımbızlanarak ve “Zmbrt Krallığı”, “Krnk I ve II”, “Zrnk I” gibi kısaltmalarla sembolize edilen yerle kahramanlar üzerinden bir metin yerleştirir. Bu metindeki şu cümleler, diğer bölümlerle bağlantısını kurar: “Zrnk I başkente geldiği gün, kendisini karşılayan büyük kalabalık karşısında şu söylevi verdi: İnatlaşmayı bırakacak, ortaklaşmayı öğreneceksiniz. Böyle giderse yok oluruz. Kendinizi toplayın. (…) Keçiler düş kırıklığına uğradılar. Onlar krallarından öğüt değil mucize bekliyorlardı. (...) Keçiler, Ayşe’m, bütün inatçılar gibi, neyin iyi neyin kötü olduğunu, iyiliğin nereden geldiğini kestiremezler.” Bu anlatımla çizilen panorama, hep kurtarıcı beklemeye alışmış, dolayısıyla örgütsüz ve birbirine inat konumlarda yaşayan halkları, özellikle de Türkiye halkını derinden betimlemiyor mu?
Aşkın Diyalektiği

Bu başlıklı ayrı bir kitap çalışması da olan Afşar Timuçin’in, çeyrek yüzyıl önce bu romanla böyle bir kitabın alt yapısını oluşturmuş görünüyor. “Aşkın Diyalektiği" kitabında “Aşkın alanına girmek, tıpkı estetiğin alanına girmek gibi, uçsuz bucaksız bir serüvenin içine dalmaktır." diyen yazarın, bu roman boyunca da aşkın felsefesini yaptırır kahramanlarına.
“Aşk”a dair diyaloglarda Hüseyin’in söyledikleri: “Aşk, bir kişiye karşılıksız yöneliştir, değil mi? (…) Aşk bir de cinsellikle koşullanmış bağımlılık gibi geliyor bana. (…) Aşkta bedensel bir tanışma söz konusudur.”
Hüseyin’e aşık olan Ayşe’nin söylediği: “Bu geceden sonra aylar silinmez gökten. Bu geceden sonra bütün geceler dört aylıdır.” Ayşe’nin bu durumu, insandaki aşk yüklü enerjinin, her şeyin merkezine gelip taht kurması olarak değerlendirilebilir. Bugün bu enerjisini merkezileştirme sorununu her an ve her yerde hisseden bir kuşatma altında insan.
Hüseyin’le başlayan aşkla ilgili bir diyalog ise şöyle:
- Aşk hep bana kuşkuyla gelir.
- Ben ılık bir suya dalar gibi dalıyorum aşka. Aşk beni dinlendiriyor.
- Benimse gözlerimi açıyor. Serin sular gibi.
Ayşe’nin bakışıyla aşk: “Dağınık, başarısız, ne istediğini bilmeyen biri olursan sevemem ki seni. Aşk bir şeye başlamaktır, o başlanılan şeyi sürdürmektir, bütün boyutlarıyla. (…)

Sevgin beni uyuşturmayacak. Ellerini duymak, düşünmek, dinlemek isterim.”
Şiirsel bir diyalogun yaşandığı sahneler de az değildir. Hüseyin’in “Gün doğacak nerdeyse.” sözünü, “Perdedeki maviliği görüyor musun?” diyerek “mavi” imgesiyle kesen Ayşe. “Mavi”nin perdede imgelenmesini, “Yorganın ne güzel mavi. Kuşun her akşam uçtuğu, sevdiğini aradığı gökler gibi.” cümlelerinde “yorgan” izler. Bu akış, aynı zamanda aşkın cinsellikle doruğa çıkacağının sinyalini verir.
Hüseyin’in “Bir gün beni bırakır gidersen?” kaygısına karşılık Ayşe, “Aşkın sigortası yok ki.” diyerek duyguların çok yoğun emekle canlı tutulabildiğine, yine de bir garantörlük kabul etmediğine işaret eder.
Korku-sevgi ilişkisini de diyaloglarla değerlendirir yazar. Hüseyin, “Seni kaçırmak istemiyorum. Korkum buradan geliyor. Kolay bulunur bir şey misin? Bulduğunu iyi saklamalı insan.” derken, Ayşe “Korkmamalısın. Korku, sevgiyi zedeler. Asıl bundan korkmalısın. Korkmaktan korkmalısın.”
İnsanın aydınlığının aşkla çok farklı bir yoğunluk kazandığı, doğadaki ayın aydınlığıyla karşılaştırılarak derinleştirilmiştir. Bu, her nesnenin niteliklerinin, insanın algısı ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiğine işaret etmesi bakımından da önemlidir. “Ama öyle bir gece ki ay bile aranmıyor. Belki de bu gece ay çıkmamalı. Katran gibi bir gece olmalı bu gece. Kapkaranlık. Senin aydınlığın yeter.”
Mektuplarında bir bakıma felsefe yapan Ayşe, yer yer şiirsel bir anlatımla durum ve duygularını dile getirir. “İstanbul, yağmur, Yalova vapuru, sen, dört aylı gece… bunlar kocaman bir şiirin içinde gelişigüzel buluşmuş sözcükler gibidir. Belki de aldın başını, şiir yarıda kalsın diye, Yalova’ya gidiyorsun.” Ayşe’nin kaleminden akan bu cümleler, aşkın bir şiir olarak yaşanmasına işaret etmiyor mu?

Romanda Diyalektik İlişkilendirmeler

1. Doğa-İnsan İlişkisi

Doğa-insan ilişkisini bir roman kurgusu içinde öylesine şiirsel bir betimlemeyle önümüze serer ki yazar… “Ay ışığı oya gibi işledi denizi, her dalganın üzerine ayrı bir yazı yazdı. Doğa, ışıklı akşamlarda, okunmayı bekleyen bir şiirdir.” Şiir gibi okunmayı bekleyen bir doğa yanında, metal ve teknoloji yığını olarak her gün biraz daha hayatımızın içine giren otomobiller ve kirlenmişliğiyle kabuk bağlayan kentlerin oluşturduğu doğayı betimleyerek de insanın kendine gelmesinin işaretini verir: “Dünyamızın en çirkin yaratıkları otomobiller, bir şeylerin peşine koşar gibi hızla geçtiler yanımızdan. (…) Yaşlı bir timsah gibi uyuyan bu koca hantal şehirde her şey görünmez kuytulara çekilmişti.” Burada, bundan 35 yıl önce teknolojik hızın, yaşamın tadına, farkına varılarak yaşanmasının önündeki ciddi engellerden biri olarak tüketim çılgınlığını körükleyeceğinin de sezdirildiğini söyleyebiliriz. Bunu da Hüseyin’in ağzından şu cümlelerle gerçekleştirir: “Geçip gidilen bir şey olmaktan korkarım. Bir serüvenin bir bölümünde bir kahramanı oynamaktan…”
Yazarın 30 yıl önce dikkat çektiği “Savaşı duymayanlar oldu, film seyreder gibi seyredenler.” olgusunu, 1991 ve 2003’te Irak’a yönelik saldırı ve işgali tv’den izleterek insanlığı seyirci yapmadılar mı?
Doğayı ve nesneleri, hem kahramanların yaşam çizgilerinin betimlenmesine göre kişileştiren hem de nesneler arasındaki ilişkiyi de insan-nesne etkileşimi doğrultusunda biçimlendiren bir anlatıma başvurduğu görülüyor yazarın. “Bu sokaklar, hele gece karanlığında bir başka dünyanın sokakları gibidir. Biraz beklerseniz her evden bir acı, bir öfke, bir ülser, bir aldatılmışlık, bir ulaşamamışlık fırlayacak. İnsandan bozma hayaletler gezer bu sokaklarda.” “Geceler sancıların üstüne kat kat yorganlar gibi örtülürler.” ile “Gece yavaş yavaş yürüyordu üstümüze. Gece bu sokaklarda kırk haramilerce yağmalanmış bir yalnızlık şehridir.” cümlelerinde doğrudan doğadan doğaya aktarmayla betimleme yapılırken, “Sönük bir lambanın gönüllere bunaltı, gözlere acı veren yağlı ışığı altında ders çalışan bir öğrenci, yarına açılan bilinmedik bir umuttur. Kendisine sevgiyle ve kuşkuyla bakılır.” cümlelerindeyse hem nesne-insan, hem de insan-insan ilişkisi kurulur. Çelişkili durumun bir betimlemesidir bu.
Doğadan doğaya aktarmalara da sıkça başvurduğunu görüyoruz. “Yıldızlar kuş oldu, elma dallarına kondu.”

2. Devinim ve Kişilik İlişkisi

Parça-bütün ilişkisine işaret eden bir fişek şimdi de: “Soğuk boynuma sarıldı atkı gibi. Omuzlarımı kaldırdım. Bir şeyler olmuştu sanki. Yıllar gelip bir güne dayanıyor, yılları tümüyle kavramaya çalışan bir güne.”
Yaşamda kişinin iç ve dış çelişkilerine dair bir fişeği Hüseyin’in ciğerinden fırlatır: “Romancılık kadar ciddi bir işte dağınıklık gülünç eder adamı.” “Yaratılmışlığıyla yetinmeyen ama yaratamayışıyla acı çeken biriyim.”
Bireyin sürekli kendini geliştirmesi, toplumların ileriye doğru devinimi ve roman yazmaya çalışan kahramanın bilincinden yansıyanlar, devinim ve sürekliliğe dikkatimiz çeker: “Evet, her şey kendinden daha yetkin bir şeyi yaratarak bitmeli. Bir şeyde daha yetkin sürmek. Daha sonraya katılmak, ölmezliğe katılmak.” “Yazdıkça tasarlanır roman dediğin, tasarlandıkça yazılır.”
Zıtların birliğinin, doğadaki varlıkların bize yansıyan çelişkili durumlarıyla da duyularımızda yer ettiğine gönderme yapar: “Bazı şeyleri çirkinlikleriyle, bazı şeyleri de çirkinliklerine rağmen severiz. Ben Boğaz’ı çirkinliklerine rağmen seviyorum.” “O dışarıda yükseliyordu ama içimde alçalmaktaydı.” “Tedirgin bir coşku vardı içimde. Durgunluğa benzer bir coşku, acıya çalan bir sevinç.”
Devinim içinde dönüşümün betimlendiği örnekler: “Denizler göklere ne kadar çok benziyor. Biz de onlar gibi sonsuz olsak, ürkek ceylanların sığınışını andıran gecelerde. Gece yoğunlaşıyor, ağırlaşıyor, örtünüyor, kendine gömülüyor.”
Batağa saplananın, içinde çırpınarak kurtulmasının mümkün olmadığı, ancak drenaj kanalları açıp bataklığı kurutmakla oradan kurtulabilineceği gündeme getiriliyor Ayşe tarafından. “Batağa düşen kişi çırpındıkça batar. Batmak denen şey, inancımızla bağdaşmaz bizim. (…) Sen aklını kullan Hüseyin. Ben de aklımı kullanayım.”
İnsanın “Küçük olaylardan büyük şeyler kurduğumuz saatler.” diyerek kuşlar gibi uçtuğu zamanları betimleyen Hüseyin’e karşılık Ayşe, “büyük saatlerimiz” olarak imgeler mutluluğu. Ardından Hüseyin, “Yağmur saatleri, Ayşe’m, kim bilir! Gece yarısından sonra yağmur. Fırtına, kar. Daha sokul bana.” diyerek kaygılarından uzaklaşmak için destek ister. Ayşe de “Haksızlık etme kendine. Çabayı göze almayanlar yazgıyı göze alırlar. Daha yeter çabayı göstermedin ki.” diyerek, insanın zorlukları çabayla, sabır ve inatla mücadele ederek aşabileceğini vurgular. Başka bir diyalogunda da “Sen bir hiç değilsin, bir güçsün, yokmuşsun gibi durma. Küçük şeyler olmasaydı diye yakınmaktansa büyük şeyler yaratmaya bakmalı der güneş.”
Kişilik kazanma ve geliştirme yolunda ortaya konan çabaların, yaşanan çatışma ve sarsıntıların, büyük ve küçük insanları yarattığına ilişkin çok derinlikli diyaloglar gerçekleşir kahramanlar arasında. Özellikle korku ve kaygılarından sıyrılamayan Hüseyin’e karşı, gençlik döneminin vay vayı içinde evlendiği kocasıyla yaşadığı evliliğin bilincine çıkardığı felsefi bakışla düşüncelerini ortaya koyan Ayşe’nin şu sözleri çok önemli: “İkide bir kendini suçluyorsun. Sahtekarlıktır ya da hastalıktır kendini suçlamak. (…) Herkes kendi şeytanını öldürmeyi bilmeli. (…) Başarının tek şartı var: kararlı olmak. (…) Yenilgiyi benimsemiş insan küçük insandır. (…) Küçük insanlar akıllarının yetmediği şeyi aşağılarlar. (…) Bilmeyeni suçlayamam ama eylemeyeni kolayca suçlayabilirim.”
Devinim ve kişilik kazanma diyalektiği, yalnızlığı farklı iki nitelikte karşımıza çıkartır. Birincisi, kendi devinimini felsefi bilinçle belli bir alanda yoğunlaşarak ya da bir aydın tavrıyla içinde bulunulan toplumun konumuyla kesinkes ayrışarak “yalnızlık”ı tercih etmek. İkincisi de devinimiyle kendini bir türlü toplumsal ilişkilerde var edememek. Romanda, Hüseyin’in geçmişiyle hesaplaşmaları çerçevesinde ve Ayşe’nin de kocasının oynadığı “zayıflık” rolüyle çatışmaları doğrultusunda sorgulanan bir olgu yalnızlık. “Yalnızlığın diktiği, sıkıntının rüzgarlandırdığı bir korkuluk gibiyim. Kendini korkutan bir korkuluk.” “Uzun bir uyku uyumak istiyorum (kimsesizlik kadar uzun, çok uzun).”
Yeri gelmişken ve yukarda “aydın yalnızlığı”ndan da söz etmişken, sömürü ilişkilerinin çok sertleştiği koşullarda büyük “aydın kırımları”nın da gerçekleştiğine işaret etmekte yarar var. Romanda da “aydın kırımı” ve sonrasında oluşan aydın yozlaşması Hüseyin’in ağzından dillendirilir. “Başarısız biriyim. Saçma sapan konuşan bir gevezeyim. Tiksindiğim adamlardan daha boşum. Ben de onlar gibi bir aydın kırmasıyım.” Ayşe ise sarsıyor ve umut aşılıyor. “Asık suratlı romancı ne işime yarar benim. Senden beklediğim o kaşarlanmış koca adam tavrı değildi. Bütün büyük romanları büyük çocuklar yazıyor. Gülüşün, boş verişin, yalın ve saygılı oluşun çekti beni. Gösteri yapmadan yaşayan, olduğu gibi olabilen biri.” İnsanın saflık, samimiyet ve sevgi duyarak yaratma eylemini gerçekleştirdiği en sade dönem olan çocukluğun, bir imge olarak insanın içinde sürekli ışıldamasına işaret eden güzel bir sarsma bu.
Sadece birey ya da sınıf düzeyinde değil, insanlık çapında büyük yıkımların yaşandığı savaşlar da kişiliklerin oluşumunda belirleyici olmaktadır. İkinci Paylaşım Savaşı’nı “Ekmek Kartı Verilmiştir” damgasıyla romanın girişinde Hüseyin’in çocukluğuna gönderme yaparak okuyucuya hissettirmesi, daha sonra Ayşe’yle girdiği savaş konulu diyalogda “savaşın sorgulanması”na dönüşür. “Savaşın vurguncularının bir parmağı yoksa, savaş vurguncularını koruyanların parmağı yoksa… Ben onların ölümünde bu iğrenç yoksulluğun parmağı olmadığını nasıl söyleyebilirim, nasıl?” “Ayaklarım sana değerse, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma ayaklarım. İrkilir misin?”

3. Mekan-Nesne ve İnsan İlişkisi

Mekan olarak kentlerin de konunun akışına işaret edecek biçimde betimlendiği görülüyor: “İlk kavgamızı Frankfurt’ta yaptık. Frankfurt kara ve hantal bir şehirdir, hele istasyonuyla eski bir kargayı andırır.” “Kavga” ile “karanlık şehir” ilişkisinin kurulması gibi.
“Şehir kocaman bir turşu, bu yağmurlar da turşu suyu. Yağmur. Portakallar satılıyor, elmalar sandıklardan çıkarılıyor, ölüler kefenleniyor, insanlar birbirlerine sarılıyorlar. Umutlar büyütülüyor. Umutlar öldürülüyor. Kahveler içiliyor. Konuşuyorlar. Koca bir şehir kendini yalanlıyor. Yağmurda.” Bu betimlemede, yağmurun yalanları da yıkadığı vurgulanıyor. Bu aslında şehirlerin yalanlara boğulması, hayatın sentetikleşmesi, sahteleşmesi karşısında duyulan büyük bir arınma isteğinin de dile gelmesi. Bu isteği, şu cümlelerden anlıyoruz: “Ayrıntısız, kabataslak biriyim. İlk olarak yenileniyorum. Topraktan ilk süren otlar gibi. Yeni şeyler buluyorum kendimde. Yüzyıllar kadar uzak, yüzyıllar kadar yakın şeyler.” Son cümledeki “uzak-yakın” bağlantısının, aslında zıtların hep iç içe sarmal bir devinim içinde varlıklarını sürdürdüğünü de gösteriyor. En kötümser olduğumuz bir anda, büyük bir umutla yaşama sarılmamız gibi. Hüseyin’in yağmurda yol alırken yağmura bakışı da, böyle bir iç içeliğin bir ifadesi değil mi?
“Yağmur yağıyor. Hava kararıyor. Dokunuyorum yağmura. Kolundan tutuyorum. Tanımaz gibi bakıyor.” Bu romanın temel anahtar sözcüklerinden biri olarak yağmur, sık sık kişileştirilmiştir. Bunun tesadüfi olmadığı şu ifadelerden anlaşılıyor: “Ne bileyim, belki de Ayşe’nin buradaki insanca davranışını anlamıyorum. Yağmura bakıyorum. Dikine. Yağmur inatçıdır, böyledir kendini bilen yağmur.” Ayşe de “Yirmi İki”nci bölümle başlayıp üç bölüm olarak süren Ayşe’nin mektupları, diyalogların hızını kesiyor ve iç çözümlemeler, yaşama dair bakış açıları, olguların değerlendirilmesi başlıyor. Hüseyin’e yazdığı mektupta yağmuru şöyle merkeze alır: “Bahara göre tam Eskiçağ’da bulunuyoruz. Uzun bir kışın başlarında. Sanki hiç bitmeyecek bir kış. (…) Umduğum gibi oldu, gül açar gibi açtı güneş. Garip bir duygu oluştu aramızda: sanki biz hep yağmuru istiyoruz. İçeride yakan dışarıda donduran bu güneşte seni ne kadar arıyorum.” Böyle bir yolculuğa seninle çıkmak isterdim. (…) Baharı ummak, baharda olmaktan güzeldir.Ben de bu umudu yaşıyorum bütün kış. Her kuytuda bir bahar saklıymış gibi geliyor bana.”
Mektuplarında bir bakıma felsefe yapan Ayşe, yer yer şiirsel bir anlatımla durum ve duygularını dile getirir. “İstanbul, yağmur, Yalova vapuru, sen, dört aylı gece… bunlar kocaman bir şiirin içinde gelişigüzel buluşmuş sözcükler gibidir. Belki de aldın başını, şiir yarıda kalsın diye, Yalova’ya gidiyorsun.” Ayşe’nin kaleminden akan bu cümleler, aşkın bir şiir olarak yaşanmasına işaret etmiyor mu?

Romanın Dil ve Anlatımı

Buraya kadar romandan yaptığım alıntılar, yazarın oldukça akıcı ve sanatlı bir dil kullandığını gösteriyor sanırım. Özellikle deyim aktarmalarını, kişileştirme ağırlıklı kullanması, nesne-insan ilişkisinin tüketim toplumundaki algısını değiştirme amacı taşıdığı izlenimi veriyor. Yazarın hem şair hem de felsefeci olması, romanın dilinin şiirsel, içeriğinin de felsefi zenginlik kazanmasında etkili olmuştur.
Yazarın beklenmedik perdeden anlatıma başvurduğu ilginç örnekler: “Baba geldiği uzak toprakları anlatıyor: ‘Biz bir ayrık otunu tırnaklarımızla söktüğümüz zaman, geride bin ayrık otu bırakırdık.’ (…) Kızlar haklı olarak aldıklarının çoğunu çeyize ayırıyorlar. Hatta küçük kız askerdeki sevgilisine her ay elli lira yolluyor.( Sabiha’dan ve herkesten başka kimse bilmiyor bunu.)” Son cümledeki ironi, üç maymunu oynayan toplulukların çoğaldığı ve giderek toplumun sürüleştirildiği yerlerde bugün cuk diye yerine oturuyor. “Bir gün bardaktan boşanırcasına gün doğacak.” cümlesindeki deyim değiştirmeceyle bizi şaşırtıyor yazar. Bir başka yerde Ayşe’nin kaleminden bizi şiirsel bir anlatımla şaşırtır. “Kar çiseliyor yavaş yavaş. Kar buranın tek satırlık şiiridir. Üşümüş bir şairin son mısraı.” Bir başka yerde de “yorganı yıldız görmek” deyimini şiirsel bir söyleyişle cümleye döker kahraman: “Anlat bana, sen bu göğü ne diye yorganına işledin?”
Daha önce değindiğim üzere, tema-konu gelişimini işaret fişekleriyle sezdiren yazar, romanda tekrar eden motiflerle bir atmosferin ayrıntılarını gün ışığına çıkarmaktadır adeta: “Sonra, dört aylı bir gece. Senin bana en büyük armağanın. Ve aramızda en büyük hayalet: kocam.”
Ve…

Roman, çelişmelerin bittiği yerde dinamizmin de yok olmaya başlayacağının vurgulandığı, Hüseyin’in, Ayşe’nin buluşmaya geç geldiği bir zamanda ağzından dökülen şu sözlerle son bölüme kavuşur: “Esenlik duygusu bir çelişmezlik duygusudur. Bitti artık çelişmeler. (…) Bir şeyin sonuna varanlar, sevinçle ezikliği yan yana duyarlar.”
Ayşe’nin, roman çalışmalarına baktıktan sonra “Şu durumda biraz yavan. Sen iyi bir fotoğraf makinesisin şimdi. Ama güzel belirtiler var.” diyerek yeniden üretmesi için umutlandırmak istediği Hüseyin’in romancı çıraklığını yapamayacağını şu sözlerle ifade etmesiyle roman sonlanır: “Biz romancılar da bütün insanlar gibiyiz, yaşatamadığımız zaman göz yumarız ölümüne.”
Şimdi ben tüm çağrışımlarıyla soruyorum: Roman bitmiş midir gerçekten?

dipnot:
1* Haluk Güriz, “Çağının Tanığı Bir Aydın Sanatçının Portresi: Afşar Timuçin”, 2006

2* Yarına Başlamak, Bulut Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, s. 6
3* Tepedeki Yalnızlık, Bulut Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2009, 115 s.
4* a.g.e, s. 7
5* Yarına Başlamak, Bulut Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, 186 s.
6* Gece Gelen Dost, Bulut Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2003, 159 s.
7* Kıyılar Durunca, Bulut Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2003, 208 s.
8* Yarına Başlamak, Bulut Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, s. 8
9* a.g.e., s. 9

10*a.g.e., s. 117
11 a.g.e., s. 147-148
12* a.g.e, s. 165
13* a.g.e., s. 155
14* a.g.e., s. 56
15* a.g.e., s. 60


16* a.g.e., s. 83
17* a.g.e., s. 102
18* a.g.e., s. 103
19* a.g.e., s. 108
20* a.g.e., s. 96
21* a.g.e., s. 92
22* a.g.e., s. 130
23* a.g.e., s. 62

24*a.g.e., s. 65
25* a.g.e., s. 85
26* a.g.e., s. 86
27* a.g.e., s. 89
28* a.g.e., s. 121
29 a.g.e., s. 13
30* a.g.e., s. 23
31*a.g.e., s. 27
32* a.g.e., s. 27
33*a.g.e., s. 34
34*a.g.e., s. 43

35* a.g.e., s. 47
36* a.g.e., s. 73
37* A.g.e., s. 55
38* A.g.e., s. 114
39* A.g.e., s. 140
40* A.g.e., s. 143
41* A.g.e., s. 160
42* A.g.e., s. 144-145
43* A.g.e., s. 69
44* A.g.e., s. 74
45* A.g.e., s. 136

46* A.g.e., s. 137
53*A.g.e., s. 88
54* A.g.e., s. 91
55* A.g.e., s. 99
56* A.g.e., s. 110
57* A.g.e., s. 110
58* A.g.e., s. 112
59* A.g.e., s. 122


60* A.g.e., s. 125-126
61* A.g.e., s. 130
62* A.g.e., s. 72-73
63* A.g.e., s. 127
64* A.g.e., s. 131
65* A.g.e., s. 150
66* A.g.e., s. 91
67* A.g.e., s. 182-183
68* A.g.e., s. 186
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder