2010/06/07

*TEKEL İŞÇİLERİ NELER YAPTI, NE YAPMALI?

Müslüm Kabadayı

TEKEL İŞÇİLERİ NELER YAPTI, NE YAPMALI?

Zonguldak Maden İşçilerinin direnişinden bu yana, son 20 yılda Türkiye işçi sınıfının sürekli mevzi, hak kayıplarıyla gerilediği bir dönem yaşandı. Sermayenin uluslar arası örgütleri olan Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF üzerinden planlanan “özelleştirme, esnek çalıştırma, sosyal güvenliğin budanması” gibi politikalara karşı kapitalist ülkelerde ciddi bir sınıf mücadelesi gelişmedi, özellikle sendikalar sınıfta kaldı.
Türkiye, 1995’te altına imza attığı GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) dayatmaları doğrultusunda birer kamu hizmeti olarak “sosyal devlet”in vazgeçilmez niteliklerinden olan sağlık, eğitim, adalet, güvenlik vd. alanlardaki yükümlülüklerinden, kazanılmış hakları da ortadan kaldırarak anayasal ve yasal değişiklikler yaptı. Sağlık ve eğitimde yaşanan özelleştirmelerin bedelinin nasıl ödendiğini,okula giden öğrencilerin har(a)ç vermedikleri için okullarını bırakmak zorunda kalmalarından; hastanede rehin kalan hasta ve cesetlerden biliyoruz. Son zamanlarda her kurumun kapısına dikilen “özel güvenlikçi”lerin hakkını arayan, bir yanlışa itiraz edenlere nasıl saldırdıklarını, duvardan insanları aşağıya attıklarını görüyoruz. Bunların yanında tarımın çökertilmesiyle köylünün göç başta olmak üzere nasıl geçim sıkıntısına düştüğünü, aile facialarının, ahlaki çöküntünün gazete sayfalarını nasıl işgal ettiğini de görmeyen yok artık.
İşte bu koşullarda son dönemin en vurguncu ve geniş kapsamlı özelleştirmesi Tekel işçilerine dayatıldı. British Amerikan Tabacco’ya sigara fabrikaları daha önce satılan Tekel işçilerinin önemli bir kısmı, bizim işyerlerimizde nasıl olsa bu yapılmıyor, anlayışıyla sessiz kalmışlardı. Örneğin Adana Sigara Fabrikası’yla yaprak tütün işleme arasında 1 km’lik mesafe yokken, sigara fabrikasındaki işçilerin özelleştire karşıtı eylemlerine destek vermekten kaçındılar. Niçin? “Özelleştirme” adlı saldırının, topyekun işçi ve emekçilere yapıldığının, hatta Türkiye’nin geleceğini satın almak anlamına geldiğinin farkında değillerdi. Onları bu konuda eğitip örgütleyecek ne sendika, ne de onlarla sürekli ilişki içinde örgütleyerek mücadeleye sevk edecek sınıf partisi çalışması vardı. Öne çıkan öncü işçileri ya da siyasi sınıf bilinci kazananları da sendika-işveren işbirliğiyle harcamaya çalışmaktaydılar.
Yaklaşık 12 bin işçinin Tekel’de uygulanmak istenen “4-C” olarak da kodlanan “güvencesiz çalıştırma” politikasına karşı iki yıl önce Tek Gıda-İş ve bağlı bulunduğu Türk-İş ciddi bir tepki koysaydı, bugün Tekel işçileri 76. gündür çadırlarda mücadele yürütüyor olmayacaktı. O zaman, bir süre erteleme vaadiyle kandırılan işçilerin büyük çoğunluğu, işyerlerine döndüklerinde, bugünleri öngörmemişlerdi. Böyle olduğunu, direnişin 27. gününde kaleme aldığım, “”Öğrenirken Öğretenler: Tekel İşçileri” başlıklı yazımda, bizzat işçilerin ağzından aktarmıştım. Daha sonra çadırlarda türkü söyleyen işçilerin, “İndim havuz başına/ Polis çıktı karşıma/ Eylem nedir bilmezdim/ O da geldi başıma” dizelerinden bunu teyit etmek mümkün…

İki buçuk ayı aşkındır Ankara’nın göbeğinde “insanca yaşam ve onurlu çalışma hak”kı için mücadele eden Tekel işçileri, bir yandan emek kavgasının ne denli derinlikli olduğunu kavradılar, diğer yandan da aileleri başta toplumun haksızlıklara karşı bastırılmış vicdanlarını harekete geçirdiler. Yağmur, kar, soğuk, çamur demeksizin bir yandan günlük sorunlarıyla boğuşurken sendika ağalarının izledikleri işbirlikçi politikalara karşı haykırdılar, onları hep zorladılar; diğer yandan içlerinden öncü işçiler yetiştirdiler, onlarla olup bitenleri değerlendirip eylemi yönetmeye çalıştılar. En önemlisi de eylemlerde sınıftan kopuk ve provokasyona açık hareket eden çevrelere de “sınıf dayanışması nasıl olur”u öğrettiler. Doğrusu, bu kadar uzun sürede ufak tefek yanlışlıklar dışında sosyalist güçlere de ivme kazandırdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tekel direnişçileri, sınıf ve siyaset ilişkisinde oldukça zengin veri sunduğu gibi sanata da ciddi katkı verdi, diyebiliriz. Şöyle: Çadırların her bir köşesinde, iplere asılı kartonlarda yazan mizahi sözler, şiirler, karikatür ve resimler yanında buralardan fotoğraf çekenler, belgesel oluşturanlar…
Mücadele edenlerin, “haksız güçlüler” karşısında mizahlarını da silah olarak kullandıkları hep bilinir. Moğol istalasının yıkımına karşı Nasrettin Hoca’nın fıkraları gibi. Tekel işçileri de işbirlikçi AKP Hükümetinin saldırlarına karşı güçlü bir mizah yaratmış durumdalar. Hataylı işçilerden öğrendiğim birkaç mizahi anlatımı buraya aktarmak istiyorum.

Reyhanlılı işçi Murat Basık, “Şimdi ülkemizde aylarca domuz gribi korkusu yarattılar. Bakın biz, nerdeyse bir aydır binlerce kişi bir aradayız, bizde domuz gribi filan olmadı. Demek ki domuzlar başka yerdeymiş. Biz haklı mücadele verenlere, ülkesini ve halkını sevenlere domuzun dokunamayacağını kanıtladık böylece.”

Yayladağlı işçi Bülent Tüfek, Abdi İpekçi Parkı’ndaki gösteride, polis biber gazı sıktığında elinde ekmekle havuza düşen işçilerden biri olan Antakyalı Faruk’un, şimdiki Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in süt kardeşi olduğunu vurguluyor. Bu işçinin, daha sonra Mithatpaşa Caddesi tarafında kümelenen polislerin yanına giderek, “Kardaş şu biber gazından biraz sık sana! Bak, biz medyanın gündeminden düştük ha!” dediğini, genç polisin de buna çok şaşırıp, “Git belanı başka yerde bul!” diye söylendiğini anlatıyor.

Samandağlı Meryem Özbay, eşi ve çocukları kendilerine destek için geldiğinde, “Ailecek burada ne yapacaksınız?” diye soranlara, “Çankaya Belediyesi’ne gidip çadır kentimiz için ikinci kat çıkmak istediğimizi haykıracağım!” diyor.
Evet, yaşamın tüm birimlerinde olduğu üzere mücadele öğretiyor, insanları yaratıcı kılıyor. Tekel işçileri mücadelelerinin en yaratıcı noktasına gelmiş durumdalar. Artık, bugünlerde “4-C”yi imzalayan arkadaşlarını da sorgulayan, kendilerini sık sık ortada bırakan Türk-İş başta olmak üzere işçi ve emekçi sendikaları konfederasyon yönetimlerini de aşan, kamuoyunun vicdanına daha güçlü biçimde seslenen bir “vuruş” yapmak durumundalar. Danıştay’ın 4-C’yle ilgili süreyi uzatma kararı çıksın çıkmasın, bu “vuruş”un içeriğini, “Ölmek var, dönmek yok!” şiarına uygun biçimde planlamak, uygulamak durumundalar. Mücadeleden dönmeyen kaç bin işçi kalmışsa, sınıf dayanışmasına omuz veren diğer sendikalar ve emekçilerle, esnafla bu “vuruş”u örgütlemeliler. İşte o zaman, 20 yıl sonra, neo-liberal saldırılara karşı sınıfın uyanışına, halkın vicdanının canlanmasına katkıda bulunan işçiler olarak, tarihe, “Mücadele er geç kazandırır!” mesajını geçireceklerdir.

fotğraflar: m.korkmaz
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder