2010/06/07

* “ZONGULDAK CUMHURİYETİ”NDEN NOTLAR…

Müslüm KABADAYI

“ZONGULDAK CUMHURİYETİ”NDEN NOTLAR…

“Taşkömürü”nden “yaş ömür”e dönüştürülen kent Zonguldak, burada yaşayan aydınlar, sanatçılar, araştırmacılar tarafından başlı başına bir “cumhuriyet” olarak algılanmış ve dışarıda da öyle algılatılmıştır. Böyle olmasına karşın, Ahmet Naim, İrfan Yalçın, Rüştü Onur gibi şair-yazarların kaleminden bizlere ulaşanlar dışında, geniş kitlelerce hikayesi bilinmeyen kentlerimizdendir, zengin bir hayatı olan Zonguldak…
İlk kez 1988’de gördüğüm bu madenci kentini, geçen sene Eğitim Sen Zonguldak Şubesi’ndeki “Piyasacı Müfredat Programı” sunumumda ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi Zonguldak Temsilciliği’nin Nâzım Hikmet’le ilgili yapılan bir panele konuşmacı olarak katıldığımda daha yakından tanıma olanağı bulmuştum. Bu kez, 6 Mart 2010’da Aziz Nesin Vakfı yararına ZOKEV tarafından düzenlenen etkinlikler çerçevesinde yapılan panelde “KALEMİNİ ALTINCI PARMAĞI, PARMAĞI DA MİZAH OKU YAPAN ADAM: AZİZ NESİN” başlıklı bildirimi sunmak üzere oradaydım. Ankara’dan “karaelmas” diyarına yaptığım bu yolculuğun önemli izdüşümlerini, emek-edebiyat ve eğitimle ilgili olanların dikkatine sunmak istiyorum, bir günlük akışında.
6 Mart Cumartesi sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra kendimi hızla yola verdim ve 07.30 Avrupa otobüsüne yetiştim Zonguldak’a giden. Yolda önce gazeteye baktım, sonra dergileri karıştırdım biraz. Mengen’den sonra da Aydın Afacan’ın “Şiir ve Mitologya” kitabını okumaya çalıştım. Bu kitapta Yahya Kemal’in bir şiirinde geçen “Adonis” üzerinden Nâzım Hikmet’in değinmesini okudum. Böylece Akdeniz, Fenike kültürüne ait bir mitosun “Nev Yunanilik” çerçevesinde değerlendirilmesini anlayamadım Aydın Afacan tarafından. Fenike gençlik tanrısı olan Adonis adını, Suriyeli önemli şairlerden Ahmet Sait’in müstear ad olarak kullandığı dikkate alınacak olursa, kaygımın da önemli olduğu anlaşılır. Kitabı en kısa sürede bütünlüklü değerlendireceğim.
Öğleyin Zonguldak Terminali’ne indim, arkadaşlara geldiğimi haber verdim.1974'te Zonguldak'a hemşire olarak gelip buradan evlenerek Ereğli'ye yerleşen teyzemin kızı Zahide Bostancı'yı bekledim yarım saat kadar terminalde, onu karşıladıktan sonra maden işçisi ve öykücü Recep Adıgüzel’le buluşup çarşıya gittik. Önce Halkın Sesi gazetesine uğradık, orada Ayhan Kiraz’ı buluruz diye düşünmüştük, yokmuş. Yerel gazetelere göz attık, birer örnek aldık. Yerel gazetelerde, Zonguldak’taki özel madende çalışan işçilerin ilk kez sendikalaştıklarına dair haberler vardı. Halkın Sesi, “İşçi Devrimi” başlığını atmıştı, köşe yazarlarından süreci iyi kavrayıp konuyu aydınlatanlar vardı. Recep Adıgüzel arkadaşımız TKİ’den emekli olduktan sonra Star Şirketi’nin işlettiği maden ocağında çalışmaya başlamış ve altı ay boyunca oradaki işçileri “Rattepe” başta olmak üzere kahvelerde, birahanelerde örgütlü mücadeleye ikna etmek için uğraşmış. Nihayet patron üç ay ücretlerini ödemeyince işçiler ayağa kalkmaya ve örgütlenmeye yönelmişler. Bu süreci sınıf bilinciyle çok iyi değerlendiren Recep ve arkadaşları işçileri GMİS’te örgütlemeyi başarmışlar. Bu işin zorluğu biraz da GMİS yönetiminin özel sektörde örgütlenmekten, Şemsi Denizer’in kardeşi Ramazan Denizer döneminde özellikle kaçınmasından da kaynaklanıyormuş. Taci Alkaya’nın genel sekreter olmasından sonra örgütlenme eğilimi giderek güçlenmiş. Şimdi Hema’daki işçilerin örgütlenmesi için çalışma başlatmışlar. Recep, mevcut sendika yönetimini bir konuda uyarmış, maden işkolunda çalışanların 11 bin civarındakini üye yapabildiği için GMİS, barajın altına düşme durumu varmış, AKP’nin de onların altını oyacak taktikler geliştirdiklerini pek bilmiyorlarmış ya da öyle davranıyorlarmış. Onun için 5-6 bin dolayında işçinin çalıştığı özel firmalara ait ocaklarda örgütlenmenin gerekli olduğunu fark etmişler. Sendika, bunun üzerine genel bir örgütlenme çağrısı yapabilmiş.
Zahide ablayla öğle yemeğimizi Çatı Restorant’ta yedikten sonra Tıp Fakültesi öğrencisi Evrim bizi karşıladı, onunla Aziz Nesin’le ilgili panelin yapılacağı Maden Mühendisleri Lokali’ne gittik. Evrim yaşına göre çok olgun ve girişken, kararlı bir genç… Oradaki aydınlar, sanatçılar ve eğitimciler arasında da sevilen biri. Bunu Osman Günay, Ayhan Kiraz dostlardan da duyunca sevindim. Böyle gençleri çoğaltmamız gerekiyor.
Etkinlikten önce Aziz Nesin Vakfı başkanlığını şimdilerde yürüten Süleyman Cihangir’le tanıştık. Bize göre daha genç ve gür saçlı olan Süleyman’la sıcak bir diyalog kurduk. Yanımda götürdüğüm 10 kitabın gelirini Aziz Nesin Vakfı’na bağışladım, aynı duyarlılığı Osman Günay da göstermişti. Panel sırasında Süleyman arkadaşımız Vakfın iki hedefini özellikle vurguladı. Birincisi Tarlabaşı’nda bir çocukevi, ikincisi de Şirince’de Felsefe Köyü oluşturmak. Ayrıca Aziz Nesin’in 3 bin civarındaki dosyaladığı belgeleri gün ışığına çıkarmayı hedeflediklerini belirtti. Doğrusu yoğun emek, zaman ve enerji isteyen bu çalışmalara, biz de böyle katkıda bulunalım istedik. Bunun duyurusunu başka dostlarımıza da yapmak üzere anlaştık. Panelde şair Osman Günay, Aziz Nesin’in kişiliği ve aydın tavrı üzerinde durdu. Özlü ve öğretici bir sunumdu. Ben de slaytlar eşliğinde sunumumu gerçekleştirdim. Dinleyenlerin yorumuna göre kavramsal çerçeve, seçilen örnekler ve vurgular bakımından etkili olmuşuz.
Panelden önce oturduğumuz masada Atakan Demirkesen adında 25 yaşında olduğunu öğrendiğimiz Zonguldak Çingenelerinden bir gençle Ardahanlı olduğunu söyleyen eşi vardı. Bu delikanlı 3 yıl Nesin vakfı’nda kalmış, dolayısıyla Süleyman Bey’i onlar karşılamışlar. Zonguldak’ta büfe işleten Atakan’la Çingeneler üzerine konuşurken, Mustafa Aksu’dan söz ettim, sonra da telefonunu verdim görüşmeleri için. Babasının Alevi olduğunu söylediğinde, buradaki Çingenelerin Balkan kökenli olabilecekleri geldi aklıma. Doğruymuş. Babasının bir filmde Çingenelere hakaret edildiğini duyunca filmin yönetmenine gittiğini, adamın da kendisinden özür dileyen bir açıklama yaptığını anlattı. O özür yazısını bana iletmesini istedim, söz verdi. Böyle bir gencin, Aziz Nesin Vakfı’ndan yetişmesi hoşuma gitti, özellikle Çingeneleri aşağılayanların suratına vurulmuş bir şamar olarak…
Zahide ablayı Ereğli’den gelen öğretmen arkadaşlarla yolculadıktan sonra Kadir Tuncer, Ayhan Kiraz, Özlem Yücesan, Recep Adıgüzel, soyadını hatırlayamadığım 70’lerindeki Kemal Bey’in bulunduğu masada koyu ve güzel bir sohbet yaptık. Kadir Bey’in 1970’li yıllarda TSİP’te görev aldığını, Samandağlı Nuh Diyap’la o vesileyle tanıştıklarını ve 12 Eylül sonrasında İstanbul’daki bir gözaltı sürecinde birlikte olduklarını öğrendim, Gayrettepe ve Selimiye’de yaşadıklarını öyküledi. Siyasi bir anekdot olarak ayrıca işlenmeye değer bir durumu içeriyordu öykü...
Daha sonra yemek için alt salona indiğimizde aramıza madenden emekli ve tiyatrocu Engin Çöl ile eşi, madenci ve gazeteci Ahmet Öztürk ile eşi katıldılar. Sona doğru Fedai Magden ve Acar Çakmakçı adlı tiyatrocu arkadaşlar da yanımıza buyurdular. Bu masada öğrendiklerim, anlatılan hikayeler başlı başına bir derya…
Bilindiği üzere Zonguldak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “mükellefiyet” adı verilen zorunlu madende çalışma uygulaması, köylüler başta olmak üzer bölge halkında tepkilere yol açmıştır. Daha sonraki yıllarda Karadeniz bölgesindeki birçok köy ve kasabadan insanlar, burada çalışmak üzere gelirler; onların başında da Trabzon kökenli bir sendikacı çıkar ve madencilerin 1950 sonrası örgütlenmesine katkıda bulunur. Osman Günay ve Ayhan Kiraz’ın da Trabzonlu olduğu dikkate alınacak olursa, Trabzonluların Zonguldak’ta belli bir toplam oluşturdukları malum. Bunları Kars-Ardahan bölgesinden gelenler izliyormuş. Son 15 yıldaki özelleştirmeler nedeniyle üretim düşünce, kentten Bursa başta olmak üzere başka yerlere göç başlamış. Bu “madenci gerçeği” çerçevesinde Ahmet Öztürk ve arkadaşlarının anlatımından aklımda kalan önemli notlar şöyle:
Bir; emeklilikle ilgili bir tartışma sırasında SSK’nın 20 yılda emekli ettiği madencilere, yasa değişiklikleri anlatılmaya çalışılır. Kadınlar 20 yılda emekli olduğu için, madencinin biri çıkar, “Ya hemşerim, demek ki sigortaya göre biz kari sayiliruk.” der.
İki; MİT’te çalıştığını düşündükleri biriyle ilgili işçiler arasında konuşurken, kamuda çalışan bu adamın ayrıca MİT’ten maaş almasına içerlenen bir işçi, “Vay deyyus, demek iki taraflı çalışıyor ha!” der.
Üç; 1980’li yılların sonunda Adımlar dergisi olarak Aziz Nesin’i Zonguldak ve Ereğli’ye konuşmacı olarak çağırmışlar. Devletin güvenlik önlemini artırdığı o günlerde adım adım polis anonslarından Aziz Nesin’in nerede olduğunu takip etmişler. O günlerde Aziz dede, onlara bir anısını anlatmış. 2. Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak’ta üsteğmenmiş. Önlem olsun diye dağ taş istihkam bölüğüne siper vb kazdırıyorlarmış. Bu nedenle askerin çok dağınık olduğu bir zamanda komutan gelmiş ve içtima istemiş. Herkes çıkıp “Şu bölük emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” diye tekmil verirken, Aziz Nesin çıkmış, “İstihkam bölüğü emir ve görüşlerinize hazır değildir komutanım!” demiş.
Dört; kızgın demirin soğuk tarafını sokmakla ilgili bir anekdot anlattılar ama o sırada başka bir şeyle ilgilendiğim için bunu tam hatırlayamıyorum. Sonunda oldukça uzun süren gülüşme ve sataşmalardan anladığıma göre önemli bir anlatıydı.
Beş; Recep, Ahmet ve Ayhan kardeşlerim, buraya Aziz Nesin'in 1995’te geldikten on gün sonra öldüğünü söylediler. Rıfat Ilgaz’ı davet etmişler, üç beş gün sonra da o elveda demiş hayata. “Sen kefeni yırttın, bu üçüncü gelişin çünkü…” dediler. Güler misin, ağlar mısın?
Altı; Ayhan Kiraz’ın, Muzaffer Tayip Uslu’nun Zonguldaklı bir şair olarak genç yaşta ölmesinin nedeni olarak veremi belirtip, aslında Zonguldak’ın dolgu bir zemine sahip olduğunu vurgulaması ilgimi çekti. Şehirde zaman zaman çökme ve binalarda çatlamalar oluyormuş zaten.
Karikatürist Ayhan Kiraz ve eşi Özlem Yücesan, okuyup incelemem ve bir değerlendirme yazısı kaleme almam için Mehmet Yılmaz Karaibrahimoğlu'nun beş şiir kitabını verdiler. Bu ismi, İnsancıl Yayınları'ndan çıkan “Madencinin Günlüğü” kitabından hatırlıyordum. Şöyle kitaplara göz attığımda, gerçekten de incelenmeye değer bir üretkenlik-yaratıcılık gösterdiğini fark ettim. Şimdiye kadar 12 kitabının yayaımlandığını söylediler. O da buradaki madenlerde çalışıp emekli olduktan sonra kitabevi açmış, kentin kültürüne önemli katkılarda bulunmuş politik bir kişilikmiş aynı zamanda. Şimdilerde Giresun Görele'ye bağlı Esenyurt köyünde muhtarlık yapan şairle, en yakın zamanda temas kuracağımı belirttim oradakilere...
Yedi; madenci ve öykücü Recep Adıgüzel, Zonguldak için şu saptamayı yapıyor: “Hayatı olan ama hikayesi olmayan şehir.” Bir madencinin böylesine çarpıcı bir soyutlamayla yaşadığı kenti anlatması, beni derinden etkiledi. Gerçekten de her gün “iş kazası” adı altında madenci katliamının yaşandığı, nerdeyse her ailede bir dul kadının bulunduğu, çocukların her an ölüm haberi beklemekle duygularının köreldiği, acının egemen olduğu bu kentin somut ve güçlü bir öyküsünün yazılmamış olması düşündürücü. İrfan Yalçın’ın “Ölümün Ağzı” romanı da ülkede pek bilinmiyor ne yazık ki… Diğer yandan 1930'lu yıllardan itibaren Zonguldak madencileri başta olmak üzre, bölgenin yaşamındaki atardamarı öykü, inceleme-araştırmalarıyla ortaya koyan Ahmet Naim'i, edebiyat dünyasında kaç kişi biliyor? Türkiye'de taşkömürünü 1829'da ilk bulan kişi olarak Uzun Mehmet adını bilincimize kazıyan bu işçi edebiyatının önemli kalemine vefa borcunu, hem Zonguldaklılar hem de Türkiye işçi sınıfının sendikal-siyasal örgütleri ödemiş değil. Bildiği kadarıyla yayımlanmamış iki romanı bulunan Ahmet Naim'in yapıtlarının yeniden, özellikle yeni kuşağın okumasına sunulması gerekiyor. Can Yayınları'ndan geçen sene çıkan “Ateşnefes” öykü kitabı ilk adım sayılabilir. Devamı gecikmeden gelmeli...
Yeri gelmişken Sevim Adıgüzel öğretmenin anlattığı bir tabloyu, burada aktarmaya çalışacağım. Olayı yaşayan biri olarak onun hareket ve mimikleriyle kattığı duyguları anlatamam kaygısı taşıyorum açıkçası. Osmanlı’nın son döneminde Dilaver Paşa, burada çalışan madencilerle ilgili bir nizamname hazırlamış. Zonguldak’ta görev yapıp yapmadığını bilemiyorum ama bu paşanın adına Dilaverpaşa İlköğretim Okulu varmış kentte. Sevim de bu okulda çalışmaya başladığında tanık olduğu bir olaydan çok etkilendiğini söylüyor. Bir gün dersteyken okulun bulunduğu caddeden yukarı maden ocağına doğru ambulanslar geçmeye başlamış. Öğrenciler kararmış yüzlerce pencerelere yığılmışlar. Bir süre sonra aynı ambulanslar siren çalmadan döndüklerinde çocuklar, “Gene birilerimizin babası öldü!” diye seslenmişler. Bir süre sonra sınıfından Cansu’nun annesi okul kapısından dövünerek içeri girmiş. Ama kızcağız, sanki o gelen annesi değilmiş gibi davranıyormuş. Bu kara haberi yok saymanın bir dışavurumu olarak çok dikkatini çekmiş öğretmenin. Aynı zamanda ocakta ölüm varsa, ambulanslar ölü taşıdıkları zaman siren çalmazlarmış. Bunu öğrendiğinde, buranın “kara haber şehri” olduğunun tam farkına varmış Sevim öğretmen. Bu okuldaki öğrencileriyle ilgili şunu da dile getirdi : “Bu çocuklar sanki büyümüşler de küçülmüşler. O yaşta aile ve ülke sorunlarını bizimle paylaşıyorlar. Sorumluluk duyguları oldukça yüksek.” Bu anlatıyı, bu hafta girdiğim tüm derslerde öğrencilerimle paylaştım; oradaki öğrencilerin durumları ile kendi konumlarını karşılaştırıp davranışlarını, duyarlıklarını gözden geçirmelerini istedim. Bazı gençlerimizde bir kıpırdanma, derse katılma ve sorumluluk alma çabası görmekten de mutluluk duydum.
Sevim’den dinlediğim bir başka önemli öykü de şu: Kilimli’den bir öğretmenin annesi, Trabzon’dan buraya gelmeymiş. Bir gün dili tutulmuş ve bir süre konuşamamış. Sonra dili çözülmeye başladığında hep Rumca konuşmaya başlamış. Bunun nedenini araştırırken, Trabzon’dan Rumca bilen bir yaşlıyı davet etmişler, adam konuşulanları Türkçeye çevirmiş. Kadının, çocukluğunun geçtiği mahalle, oradaki komşular ve sevdiği çocuklarla ilgili cümleler kurduğu anlaşılmış. Bu olay, anadili ve çocuklukta yaşananların ne denli kalıcı, önemli olduğunu teyit etmiyor mu? Bunu yazmalarını rica ettim Sevim ve Recep’ten. İşte, öyküsü olmayan şehre kişilik kazandıracak, aslında o denli çok öykü bulunduğunu, bu iki günlük izlenimlerimden gördüm.
Almanya’dan Recep’lerin yanına gelen, çocukluk ve gençlikleri birlikte geçmiş Hasan Ulaş da bir anekdot aktardı çocukluk dönemlerine dair, şöyle: “Kilimli’de dispanserin altına morg yapılmıştı. Madencilerin cesetlerini oraya atarlardı. Biz de çocukken oradaki düzlükte top oynardık, bir yandan o cesetleri görür, bir yandan da topun peşinde koşmaya devam ederdik. Bu coğrafyada hangi köye, kasabaya giderseniz gidin, dul kadınlar, yetim çocuklar görürsünüz. Bir bakıma kimsesizlerin selinde boğulursunuz.”
Sabah herkesten önce kalktım, saat sekiz gibiydi, ortalıkta hareket olmayınca, pencereden görünen yerlerin fotoğraflarını çektim. Sonra unutmamak için kağıtlara notlar düştüm. Mutfağa geçip çayı demledikten sonra saat 09.00’a gelirken ortalığa seslendim. Saat 11.00’de Ankara’ya dönüş biletimi Ankara’dayken almıştım. Yalnız akşam konuşulurken Filyos’a gezi yapılacağı söylenmişti, doğrusu kafama bu takılmamış değildi. Arkadaşlar kalkıp da kahvaltı hazırlığına başladığımızda Filyos gezisinden söz ettim. Hasan ve Recep, “Hocam, biletinizi akşama erteleyelim, birlikte o tarafa gidelim!” dediler. Biraz düşününce “Neden olmasın!” diye yanıtladım onları. Recep firmayı aradı ve saat 18.30’a biletimi değiştirdi. Artık telaşlanmadan kahvaltımızı yapabilirdik.
Recep, akşam Hasan’la bana kahvaltıda yumurtalı zıbgıt yapacağını söylemişti; “kabalak” ya da “ıspıt” denen bu yapraklı ve sapı yumuşak otu manavdan getirip hemen yemeğe dönüştürdü. Biz de diğer kahvaltılıkları hazırladık, çayı zaten demlemiştim, nefis bir kahvaltıyla karnımızı doğradıktan sonra, Sevim ve Melike öğretmenleri, oğul Ada’yı da yanımıza alarak Hasan’ın arabasına bindik, Kilimli’ye doğru yola koyulduk. Daha önce o tarafa gitmediğim için öne oturdum, fotoğraf çekimi yaparak ilerlerken, merak ettiğim yer ve şeyleri de arkadaşlara soruyordum. Melike öğretmen, burada öğretmenliğe devam ediyormuş, babası yanında kalıyormuş. Kendini fazla içkiye verdiği anlaşılıyordu.
Kilimli’deki askeri birliği gördüğümüzde Recep, “Burası 1960’lı yıllarda maden ocaklarında patlayan işçi eylemleri, grevler üzerinde Zonguldak’ın bazı ilçe ve kasabalarında kurulan ve işçi eylemlerini bastırmayı amaçlayan askeri birliklerin yerleridir. Biliyor musunuz, bu askerlerin iaşesi TKİ tarafında karşılandı hep.” dedi. Sınıf mücadelesinde egemen sınıfın çıkarına bir kolluk sisteminin örgütlendiğini en açık örneğiydi bu anlatılan. Başka söze gerek var mı?
Eskiden Kilimli hem denizi hem de doğası bakımından şirin bir kasabaymış; maden ocakları, enerji sektörü, özellikle termik santral işçilerin yoğunlaşmasına vesile olmuş, giderek Zonguldak’la birleşen bir ilçeye dönüşmüş. Çok katlı binalar çoğalmış. Sahil şeridi işgal edilmiş. Maden ocakları kapanmaya başladıktan sonra da Eren Enerji Holding, buradaki termik santrale el atmış. Muslu Belediyesi’ne doğru işgalini yoğunlaştırmış. Buradaki maden ocakları kapatılırken, başka ülkelerden getirilen kömürle buradaki termik santrali çalıştırmaları da cabası… Arkadaşlardan, buradaki termik santrali çalıştırmak üzere Çin’den 1000 işçinin getirildiğini, ucuz emek olarak onların kullanıldığını söylediklerinde sigortalarım attı. Kapitalist sömürü mekanizmasının ne denli akıl dışı ve doğa düşmanı olduğuna dair bir başka somut örnekti bu. Bu yörede madenler kapandıkça işsizlik kol gezerken, Çin’den 200 dolara çalıştırmak üzere işçi getirilmesi ne anlama gelebilir ki…
Kilimli’de “kızlar mezarlığı” denen yol kenarındaki bir mezara, ileride “Pir Hamza Mezarı” eklenince, gericiliğin nasıl kentleri kuşattığını görmekten hicap duyduk. İnsanların mezar taşlarından medet umar hale gelmesi, yoksullaştırmanın ve cahilleştirmenin bir sonucu değil miydi?
Kilimli’yi geçip bir tepeyi aştığımızda Filyos’un denize uzanan burnunu gördük ve uygun bir yer seçip buradan bu güzel manzarayı arkamıza alıp fotoğraf çekildik. Özellikle ilköğretime yeni giden Ada’yla çimenlerin üzerinde zıplayarak yol almaktan müthiş mutluluk duyduk. Denize doğru uzanan bir sırtın düz yerine güzel bir ev konduran, bahçesini tel örgüyle çevirip sebze meyve eken, köşeye de kümes yapıp tavuk-horoz besleyen bir aileyle karşılaştık, sar çiçek, nergis fotoğrafları çektik buradan. Gecikmeden yola koyulduk ve “cehennem burnu”na geldiğimizde iki aracın yan yana geçemeyeceği sarp bir yerden geçerken Recep, “Geçende buradan bir araç yuvarlanmış, iki kişi ölmüş.” deyince, “Biz de uçalım!” der gibi söylediğini belirttik. Bu tehlikeli yeri yüreğimiz ağzımızda aşarken alt taraftan tren raylarının bir tünele girdiğini fark ettik. Karayolları ile Demiryolları anlaşamadığı için, ölüme çanak tutan bu yol olduğu gibi kalıyormuş. İşte akıl dışı bir durum daha… Kamu hizmeti anlayışının piyasacılığa terk edildiği koşullarda, hayatın nasıl ticarete kurban edildiğinin çarpıcı bir örneği.
Recep’in köyü Türkali’ye geldik, Hasan’ın eşi de buralıymış. Buralarda marangozluk yapmış gençlik döneminde Hasan kardeş. 1970’li ve 1980’li yıllarda gençler, köylüler arasında yürüttükleri siyasi faaliyetlerden kesitler anlatmaya başlayan bu kadim dostları dinlerken, aynı dönemde Düziçi İlköğretmen Okulu’nda başlayıp Çanakkale Öğretmen Lisesi’nde biten öğrencilik yıllarımdaki siyasi çalışmalarımız, aydınlanma sürecimiz geldi aklıma. Hatay ve Ankara’da devam eden sınıf-siyaset çalışmalarımızdaki deneyimlere benzer deneyimlerdi anlattıkları. Kır emekçilerinin sorunları üzerinden örgütlenme çaışmasında, yerel değerlerin, kültürlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerine konuştuk. Onlara dönerek, “Bu ülkede o denli ders alınacak öyküler, çalışmalar var ki, işte bunları yazarak tarihe not düşmeliyiz. Yoksa unutulup gidecek!” dedim.
Türkali’deki Oğuz Turistik Tesisleri’nde mola verdik, aslında bir yandan da benim şekerim düşmeye başlamıştı. Burada kahvelerimizi içerken, Ada köpek yavrusuyla oynamaya dalmıştı, bana da onların oyunlarını fotoğraflamak düştü. Yol boyunca nerede mola verdiysek, defneyle karşılaştık, doğrusu Akdeniz’e özgü bu bitkinin burada bulunmasına şaşırdım. Yapraklarını ezip koklarken de “har sabunu” geldi aklıma, sevindim. Banyo yaparken kullandığımız bu sabunla saçlarımızın ipek gibi olduğunu, yapraklarının incir sandıklarına konarak güzel koku saldığını hatırlayıp biraz da yaşadığımız toprağa benzediğimiz Kışlak’a yolculuk yaptım birkaç dakikalığına. Buradaki bahçede ağaçlar tomurcuklanmış, bir kısmı da çiçek açmıştı. O kırmızı çiçekli dallara dokunup, “Ağaçlar çiçek açmış/ Sen yoksun” dedim. Sonra aklıma Aşık Veysel’in “Dağlar çiçek açar/ Ben dert açarım” dizeleri geldi. Şekerim düşerken ben de “Dallar çiçek saçar/ Ben şeker açarım” diyerek derdimi paylaştım arkadaşlarla. Buradan, sahili yalayan dalgalar, altımızdan geçen tren hattı çok güzel görünüyordu. Fotoğraflar çekmeye devam ettim.
Filyos Kalesi’ne ilerlerken, sağ tarafta ağaçlar arasında güzel bir tesis görünüyordu. Arkadaşlar, “Burada eskiden İngilizlerin dinleme tesisi vardı!” dediler. Güzelim ülkemiz kimlere peşkeş çekilmiş, Sovyetlere karşı düşmanca politikalara nasıl alet edilmişiz, burada çıplak gözle fark ediliyor. Kaleye giriş noktasında bir defne yığınının içinden bizim Hatay yöresinde “haylin” dediğimiz narin, ince ve uzun saplı küçük ve yumuşak yapraklı otlardan toplayıp getirdi Sevim öğretmen. Bu otun bulunduğu yerde sıcak havalarda yılan eksik olmaz, derler. Bu ot serinlik yaydığı için yılanların tercih ettiği mekan olduğu söylenir. Henüz mart ayında olduğumuz için böyle bir tehlike yoktu ama biz geç kalmamak için kaleyi şöyle bir dolaşıp kazı yapılan yere gittik. Burada büyük bir amfitiyatro varmış eskiden. Biz çekim yaparken aşağıdan bir tren el sallayıp Zonguldak’a doğru ilerliyordu. Zonguldak-Karabük hattındaki trenler buradan geçiyormuş.
Filyos’a döndüğümüzde sahile yakın yerdeki bir kültür merkezine geldik. Oturup çayımızı poğaça eşliğinde içerken, içeriye bir grup girdi ve saydam gösterimi yapacaklarını söylediler. Recep onları tanıyordu, bizimle tanıştırırken fotoğraf sanatçısı İbrahim Akyürek ile Birol Üzmez olduklarını öğrendik. Yanlarında daha önceden tanıdığım öykücü Alaattin Kara d vardı. Kısa bir süre hazırlık yaptıktan sonra, tıklım tıklım dolan salonda madencilerin yaşamını, 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü’nü anlatan saydam gösterisini sundular. Ardından Birol Üzmez, İzmir’den çektiği “Aile Evleri” saydamını gösterdi. Doğrusu, böyle küçük bir kasabada kültür ve sanata ilginin yoğunluğuna tanık olmaktan mutluluk duyarak, sunum yapan arkadaşlara teşekkür edip ayrıldık. Çünkü, 18.30’daki Ankara otobüsüme ancak yetişebileceğim bir zaman kalmıştı, Necatigil’in bir “dar zaman”ını daha yaşamanın hüznüyle “merdivenli kent Zonguldak”ın güzel insanlarına veda edip Ankara yoluna koyuldum.
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder