2010/06/07

*AVRUPA’DAN KISA İZDÜŞÜMLER…

Müslüm Kabadayı

AVRUPA’DAN KISA İZDÜŞÜMLER…

“Taş taşa değince…” der halkımız ve arada öğütülecek bir şeyin olmadığı durumda taşların birbirini yemeye başlayacağını işaret eder. Birebir insan ilişkilerinde her birimizin bir biçimde yaşadığı bu durum, toplumsal düzen ve siyasal olaylar içinde de daha şiddetli yaşanır. İşte bu şiddet ve dehşeti 20. yüzyılda iki kez yaşamış olan Almanya’da çalışan, iki yakınım ve dostum olan Mehmet Kabadayı ve Ramazan Yıldız’ın davetleri üzerine 21 Ağustos akşamı Düsseldorf’a indik İlkyaz’la.
Üç saati aşkın yolculuğumuz boyunca İlkyaz’la binlerce metre yükseklikten yeryüzünün görüntülerini almaya çalıştık kamera ve fotoğraf makinesiyle. Bulutların üzerine çıktıktan sonraki manzara bambaşkaydı; bir yanda lüle lüle kar yığını gibi yükselen bembeyaz bulutlar, diğer yanda diğer bulut kümesine kavuşmak için koşuşturan küçük bulut parçaları… Bulutların azaldığı yerlerden görmeye çalıştığımız dağlar, derin vadiler, yerleşim yerleri… Bir süre sonra masmavi bir zeminle karşılaşınca Karadeniz üzerinden geçtiğimizin farkına vardık. Gemiler fark ediliyordu arada, kısa bir süre sonra da Bulgaristan ya da Romanya kıyıları olduğunu tahmin ettiğim şeritle karşılaştık. Derken çok düzenli taksim edilmiş toprakların göründüğü düzlükleri geçtik. Sosyalizmin tarım organizasyonun kalıntılarıydı bu düzenli görünüm. Bulgaristan ya da Avusturya topraklarından geçerken bir dağın tepesinin dümdüz edildiğine, az ileride de büyük bir barajın göründüğüne tanık oldum. Derken fabrikaların yoğunlaştığı bir nehir üzerinden uçmaya devam ettik. Sanıyorum Tuna üzerinde ilerliyorduk.
Türkiye ile Almanya arasında 1 saat kadar zaman farkı vardı, batıya ilerlediğimiz için güneş daha geç batıyordu ama hava da kararmıştı, Almanya topraklarına girdiğimizde sanıyorum, yerleşim birimlerinden yansıyan ışıklar gözümüze çarpmaya başladı. Fark edebildiğimiz kadarıyla aralarda görünen siyahlık, ormanları işaret ediyordu, İlkyaz deniz olabileceğini söyledi ama uçuş güzergahımızda artık deniz olmadığını biliyordum.
İlk konuk olduğumuz Vicdan-Ramazan Yıldız çiftinin evinde Hatice, Metin ve Oğuz genç öğrenciler olarak tıp, mühendislik ve lise eğitimi alıyorlardı. Üçüncü kuşaktan iyi yetişen üç genç, bizi gönendirdiler orada olduğumuz sürece.
Ramazan’ın arabayla, Almanya’ya ilk geldiğinde çalıştığı fabrikanın yanından geçtik, sonra Türklerin yoğun yaşadığı semte geçtik. Alevi Bektaşi Cemevi’nin bulunduğu yere uğradık ama kapalıydı. Kimi cadde veya sokaklarda Türkçe işyeri adları yaygınlaşmaya başlamıştı, hatta Kars, Adana, Kayseri, Konya adlarıyla açılmış mekanlar ağırlıktaydı. Türkiyeliler, burada da “hemşehricilik” oynuyorlardı. Bir cadde başında Patnoslular Derneği levhasını bile gördük. Dikkatimi çeken bir başka şey ise Almanların cadde-sokak adları olarak Pestalozzi vd. önemli eğitimci, sanatçı ve felsefecilerin adlarını vermiş olmalarıydı.
Yeri gelmişken, yurtdışındaki işçilerimizin üçüncü kuşağa ulaştığı bir dönemde, bu kuşakların temel özelliklerine dair edindiğim izlenimlere değinmek istiyorum. 1960’lı yıllarda Avrupa’ya giden Türkiyeli işçilerin büyük çoğunluğunun daha önce hiçbir işçilik deneyimi, hele kültürü olmadığı söylenebilir. Çoğunluk köy ve kasaba kökenli emekçilerdir. Bunların da büyük çoğunluğu ilkokul mezunu olup kent ya da sanayiye uygun mesleki deneyimleri bulunmayan kişilerdir. İkinci Paylaşım Savaşı’nın genel olarak Avrupa’da yol açtığı tahribat, özellikle Almanya için yıkım boyutundadır. ABD, bu emperyalistler savaşından en güçlü konumuyla çıkan bir devlet olarak, “Kömür ve Demir Çelik Birliği” adıyla yaralı Avrupalı emperyalist ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde güçlenen Doğu Bloku’na karşı büyük paralarla destekler. Askeri açıdan bel kemiğini kırdığı Almanya’yı, Dünya çıkarları çerçevesinde yedeğine almaya büyük özen gösterir. Marshall yardımı ve Truman doktrini bu çerçevede hayata geçirilir. İşte bu çerçevede Türkiye gibi çevre ülkelerden (İtalya, Yunanistan vd.) ucuz ve yönetilebilir işgücü akışını gerçekleştirmeye başlarlar. Türkiye’den gelen işçilerin çoğunluğu Almanya’nın Ruhr havzasındaki madenlerde, sanayi işletmelerinde, kentlerin zor işlerinde çalışmaya başlarlar. Fransa, Belçika, Avusturya’ya gidenler ise daha az bir nüfusu teşkil eder.
İlk kuşak işçiler, evli olanlar parçalı gelirler. Önce gelen kadın ya da erkek, birkaç yıl sonra eşini getirtmek durumunda kalır. Bu arada başka yola gidenler de çıkar ve bunlar Yeşilçam filmlerine konu olur. Bu kuşak, bulundukları ülkelerin ağır işçileridir ve “en alttakiler”dir. O zorluklara katlanarak dişlerinden tırnaklarından arttırdıkları paralarla geldikleri köylerde ev yaptırıp, tarla-bahçe almaya çalışırlar. Daha iyi geliri olanlar ya da kentlilerle temas kuranlar, kentlerde arsa, ev, dükkan almanın yolunu tutarlar. İlk kuşaktan evli olanların çocukları, birkaç yıl kaldıkları köylerinde büyük çile çekerler, anne ve babasız kalmanın sevgisizliğini ruhlarının derinliklerinde hissederler. Anne-babalarının yanlarına gittiklerinde de bu sevgisizlik ve ilgisizliğin dışavurumu, aile içi çatışmalar ya da daha çok kazanma hırsı biçiminde gerçekleşir. 1970 ve 1980’li yıllarda Avrupa’ya giden bu kuşak, orada doğan kuşakla da kan uyuşmazlığı yaşar. Bunun farkında olan meslek sahibi ya da okumuş ilk kuşaktan kimileri, ülkeye dönerek birikmiş parasıyla bir iş kurmaya ya da uygun işlerde çalışmayı tercih eder. Kalanlardan bir kısmı ise bu çatışmada bazı çocuklarını kaybeder, yani pis işlerde… Özellikle uyuşturucu, fuhuş vd. olgularla bu kuşaktan kimileri, yüzleşmek durumunda kalır.
1980’li yıllarda “ithal damat” ve “ithal gelin” olgusu öne çıkar. İlk kuşağın çocuklarından bir kısmı, ülkedeki yakınları başta olmak üzere çocuklarının anlaştığı kişilerle evlenirler. Bu evliliklerin birçoğunda “başa kalkma” sorunu yaşanır. Büyüklerin telkini, çoluk çocuğun varlığı fazla boşanmayı engellese de göze çarpacak oranda boşanmalar gerçekleşir. Geniş aile ilişkileri zedelenmeye başlar.
Üçüncü kuşak, yani 1980’li yılların ortalarından itibaren dünyaya gelenlerdir. Bu kuşak, ilk iki kuşaktan çok daha farklı bir Avrupa’yla, özellikle Almanya’yla karşılaşır. Bir yandan kapitalizmin yapısal krizleri nedeniyle işsizlik artarken, diğer yandan Sosyalist Sistemin varlığı nedeniyle sömürülen ülkelerden aktarılan artı-değerlerin önemli bir kısmını çalışanlara aktaran Avrupa sermayesi, Sovyet sistemi çözüldükten sonra sosyal ve ekonomik kazanımları hızla tırpanlar. Bu sarsıcı değişime paralel aile ya da işçiler arasındaki dayanışma olgusu da kaybolmaya başlar. Bunlar, üçüncü kuşağı ya iyi bir eğitim alıp ücreti yüksek yerlerde çalışmaya ya da iki arada bir derede kaynayıp gitmeye sürükler. Orada tanıdıklarım çocukların eğitim görmesine, yani iyi bir eğitim almalarına “kariyer” diyorlardı.
Almanya’daki üçüncü günümüzdeydik, ikindiye doğru Ramazan’larla vedalaşarak teyzemoğlu Mehmet Kabadayı’nın emektar arabasıyla Montabaure’ye doğru yola çıktık. Köln, Essen başta olmak üzere Ruhr havzası boyundaki yerleşim birimlerinin adları levhalardan okunuyordu. Yanılmıyorsam Mehmet, bu bölgenin, Almanya’nın Rheinland-Westfalen eyaletine girdiğini söylemişti. Daha önce kısmen değindiğim üzere Ruhr havzası, Almanya’nın kömür, linyit başta olmak üzere maden yatağı ve Ren nehri boyunca kurulan demir-çelik başta olmak üzere fabrikaların da ana kucağı… Avrupa tarihinden, özellikle 20. yüzyıldaki iki büyük emperyalist paylaşım savaşından hatırladığım kadarıyla bu havza, Almanlarla Fransızlar arasındaki iktidar savaşının bedelini ödemiş hep. Bu savaşa zaman zaman İtalya, Belçika, İngiltere ve 2. Dünya Savaşı ve sonrasında Amerika iştirak etmişler. Yine yanılmıyorsam, şimdiki AB’nin temellerinin atıldığı Kömür ve Çelik Birliği’nin oluşması, bu havzaya ortak hükmetme çabasının bir sonucuydu. Avrupa’daki gezdiğimiz yerler, gördüğümüz ülkeler çerçevesinde kafama takılan sorulardan biri şuydu: Ruhr havzası başta olmak üzere, Prusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemlerinden başlayarak emperyalist Almanya’nın doğuş sürecinde sürekli göçlerin, iç isyanların, iktidar savaşlarının yaşandığı bu coğrafyada uluslaşma, ulus-devlet ve modernleşme süreci nasıl yaşanmıştı? Bu sürecin günümüze sarkan sorunları neydi? Bu konuda bugünün Avrupalısı ne düşünüyordu? Birçok şeyi yoğun yaşamak ve bir bakıma programımızı milimetrik uygulamak durumunda kaldığımız bu iki hafta içinde bu sorulara doyurucu bir yanıt bulma koşulu oluşturmadığımı belirtmeliyim.
Elgendorf’taki sohbetlerimizden çıkardığım birkaç önemli noktayı paylaşmak istiyorum. Bir; yaklaşık 700 haneli olduğu söylenen Elgendorf başta olmak üzere 20 km’lik bir alandaki köy ve kasabalarda Türk aileleri yaşıyor. Mimari yapısı, yerleşim düzeni ve sosyal ilişkileriyle farklı olan Alman toplumuyla belli bir uyum sağlamışlar. Mehmet Çöllü ile gittiğimiz bir mağazada tanıştığımız Balıkesirli Meryem Hanım’ın Alman Gerhard’la evliliği, Sinan’ın Alman arkadaşlarıyla “2 Times Wasted” adlı müzik grubu oluşturabilmesi dikkate alındığında, benim bilmediğim başka örneklerle de genişletilebilecek bir durum saptaması yapılabilir. İki; Avrupa’daki işsizlik olgusuyla paralel sermayedarlar, kadınlar başta olmak üzere insanları 400 Euro’ya kadar güvencesiz çalıştırma yoluna başvurmuşlar. Bu biçimde ikinci bir işte çalışanlar da az değilmiş. Bu, emek sömürüsünün ne denli yoğunlaştığını gösteriyor. Üç; büyük Alman firmaları, bazı fabrika ya da işletmelerini, ucuz işgücünün olduğu başka bölge ya da uzak ülkelere taşımışlar. Buna, Zeynep’in kardeşi Tümay’ın çalıştığı fabrikada olduğu üzere sendikaları da aracı yapmışlar. Dolayısıyla buradaki sendikal hareket kendi içinden çürümüş. Dört; ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları problemler de giderek artmış. Eşler arasındaki ilgi farklılıkları, bu konuda temel problemi derinleştirmiş.
Montabaure’ın bağlı bulunduğu il Koblenz’miş. Elgendorf’a yakın olan bu kente yolculuğumuz sırasında öğrendiklerimle birlikte buraya ilişkin tüm duygu, izlenim, görüş ve düşüncelerimi özetlemek istiyorum. Koblenz, gerek coğrafi konumu gerekse tarihsel birikimiyle çok önemli bir kent. Çocuklarla internete bakarak “İki nehrin birleştiği yer” anlamına geldiğini, Latince kökenli olduğunu öğrendiğimi belirtmeliyim. İsviçre’den doğan Ren ve Fransa tarafından akıp gelen Moselle nehirlerinin birleştiği noktaya “Deutsches Eck” yani “Alman Köşesi” dediklerini, burada Büyük Wilhelm adına büyük bir ata binmiş imparator heykeli yaptıklarını söylemeliyim. Mehmet ve İlkyaz’la birçok açıdan fotoğrafını ve kamera çekimini yaptığımız bu anıtla Almanların, güç ve iştiham gösterisi yaptıklarını saptayabildim. Yanılmıyorsam dedesi Wilhelm-I’den iktidarı alıp 1890’lardan itibaren Almanların hem Avrupa’da hem de Kuzey Afrika ile Türkiye üzerinde etkili olmalarını sağlayan bu imparator devrinde bizim Haydarpaşa-Bağdat Demiryolu işi yapılır. Anıtta kullanılan aslan, ejderha, yılan, kartal vb. simgeler bu güç gösterisinin örnekleri olarak dikkat çekerken, Ren ve Moselle nehrine bakan eşit uzaklıklara 16 Alman federe devletinin bayrakları dikilmişti. Bunlar yanında 11. yüzyılda yapıldığı anlaşılan Koblenz kalesinin tahkimatı da dikkate alındığında tarihsel açıdan Koblenz’in Almanya’nın kalbi olduğunu söyleyebilirim. Tümay kardeşimin açık yüreklilikle anlattığı üzere 30 km ötedeki bu kenti görmeyen Türkiyelileri düşündükçe, ülkemizin ve halkımızın neden her zaman sömürüye maruz kaldığını daha iyi anlıyorum. Çünkü, haklı gerekçesi ne olursa olsun bir halk, çevresinde olup bitenlere, bölgesel ve evrensel politikalara ilgisiz kalırsa, ezilmekten ve sömürülmekten kurtulamaz. Niçin demişler “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!” diye? Örgütlü olmak, aynı zamanda duyarlı ve bilinçli olmak demektir çünkü.
Koblenz kalesini gezerken iki müze örneğine tanık olduk. Birincisi, bu kalenin tapınak şövalyelerince kullanıldığını gösteren askeri ve kültürel eserlerden oluşuyordu. İkincisinde ise 50 km çapındaki bir alanda yapılan kazılarda bulunan arkeolojik ve antropolojik eserler vardı. Buradaki en önemli şey ise, müze görevlisinin açıklamasına göre birkaç Neandertal insan kafatasından birinin burada sergileniyor olmasıydı. Fotoğraflamamıza izin vermediler ne yazık ki. Bu müzeyi gezerken baba tarafının Türk olduğunu sandığımız iki çocuk ve ailesiyle birlikte bizlere müzedeki eserler, resimler hakkında ayrıntılı açıklama yapan görevli, mizanseni ve oyunculuğu güçlü birine benziyordu. Almanca anlattığı için Mehmet, onun bazı sorularına yanıt veriyor, bizim merak ettiklerimizi de ona soruyordu. Bir ara görevli, “Buradaki tüm eserler Koblenz çevresindeki kazılardan, mekanlardan toplanmıştır; başka yerden hiçbir şey yoktur, Türkiye’den de.” deyince, Mehmet’in Berlin’de gezerken yüreğimizin burkulduğu Bergama Müzesi’ndeki eserlerin Türkiye’den getirildiğini vurgulaması, görevlinin susmasına ve ortalıkta soğuk bir rüzgar esmesine yol açtı. O anda kim, neler hissetti ve düşündü bilemiyorum ama sömürgeci devletlerin kültür yağmacılığının vurgulanması, Almanların hoşuna gitmedi sanırım. Yeri gelmişken hemen dile getireyim, Bergama Sunağı’nın Berlin’e taşınması, Abdülhamit döneminde başlamış, bunu o zamanlar Almanya İmparatoru olan Wilhelm-II desteklemiş. Yani Koblenz’de adına anıt yapılan kişi. Bu kişinin, Alman birliğini sağlayan Bismark’ın kimi politikalarıyla da çatıştığı biliniyor.
Mehmet’le Burhan Bey’in çalıştığı Hapack paketleme şirketinin yanından, tarla ve bahçelerin arasından kıvrılarak ormana doğru ilerleyen bir yola döndüğümüzde gördüğümüz kasabaya “Horasan” dendiğini duyunca çok şaşırdım. Levhadaki Almanca yazılış şöyleydi: Horressen. Arkadaşlar, burada İranlı bir doktorun çalıştığından da söz edince, gerçekten de bizim doğumuzdaki Horasan’la bir ilgisi var mı diye merak ettim. Bu merakımı Ormanokulu’na doğru ilerlediğimiz yolun kenarlarında, bizim yörede (Hatay-Yayladağı) “zincer” denilen böğürtlenden yememiz de pekiştirmiş olabilir(!) Ertesi gün Mehmet Çöllü’nün bu sene yüksek öğrenime başlayacak kızı Yasemin’le tanıştığımızda, Almancasının iyi olduğunu söyledi. Önümdeki bilgisayarda da internet açıktı, hemen bu “Horasan” adının nereden geldiğini ve anlamını araştırmayı önerdim kendisine. Sağ olsun, oradaki bilgileri Türkçeye çevirdi. Özetle şöyleydi: Bu kasabanın adının tarihsel değişimi 1214’te Orusin, 1498’de Hoyrhussen, 1573’te Horhausen, 1727’de Horressen biçimindeymiş. “Çamur, bataklık yer” anlamına geldiği gibi eylem olarak da “bataklıkta yerleşmek” biçiminde kullanılıyormuş. Böylece, bizim “Horasan”la bir ilgisinin bulunmadığını öğrenmiş olduk. Oradaki arkadaşların, merak ettiklerini öğrenmek için soru sorabilmeyi, kaynaklara bakabilmeyi, bu açıdan okuyan çocuklarıyla da iletişimlerini güçlendirecek, onların da işine yarayacak kaynaklara başvurabilmeyi keşfetmeleri bakımından güzel bir uygulama gerçekleştirmiş olduk. Dilerim bu yöntemi kılavuz edinirler.
25 Ağustos’ta Zeynep, Mehmet ve İlkyaz’la Berlin’deydik. Burada taksi şoförlüğü yapan yakınımız Ahmet Mucuk’u bulduk ve ortak duyarlılıklarımız vesilesiyle hemen kaynaştık. O, Berlin’de yıllardır taksi şoförlüğü yaptığı için kenti çok iyi bildiğinden, ertesi gün sabahtan akşama kadar bizi gezdirdi. O gün gördüğümüz yerler şunlardı: Spandau ilçesindeki Siemensstadt, ki Almanların en ünlü firmalarından biri olan ve Türkiye’de elektrik malzemelerinden tanıdığımız bu Siemens tekeliyle ilgili bir yer. Charlottenburg ilçesinde Kaiser Wilhelm Gedachniskirche ve Europa Center’i gördük. Bilindiği üzere Kaiser, yani imparator sözcüğü bizim Anadolu’da Kayseri adında yaşıyor. Friedrichshair ilçesine Karl Marks Caddesi’ni gezdik. Eski Doğu Almanya’nın başkenti konumundaki Doğu Berlin’in en geniş ve düzenli bu uzun caddesi boyunca sosyalizmin mimari özelliklerini gördük. Kreuzberg ilçesinde ise merkezi alanı inceleme olanağı bulduk. Diğer gördüğümüz yerler ve tarihsel anıtlar, hep Mitte ilçesine aitti. Sözlük anlamı “orta” olan bu ilçenin, Berlin’in ortasına işaret ettiğini sanıyorum. Postdamer Platz, Alman Parlamentosu’nun bulunduğu Reichstag ( ki Hitler rejiminin komünistler yaktı iftirasıyla Bulgaristan Komünist Partisi lideri Dimitrov’un yargılanmasına sebep olan yer), Bundestag, Brandenburger Tor ( Berlin’in sembolü olan kapı, aynı zamanda Doğu ve Batı Berlin’e geçişlerin sınır kapısı), Pergamon Müzesi (Bergama’dan kaçırılan tarihi eserlerin sergilendiği yer), Fernsehturm ( tv kulesi), Unter den Linden ( “Ihlamurlar altında” anlamına gelen ağaçlarıyla ünlü bir alan), Chackpoint Charlie ve Jandarma Pazarı, bu ilçede gördüğümüz önemli yerlerdi. Berlin duvarının bir kesitini yıkmamışlardı, Sovyet lideri Brejniyev ile Doğu Alman lider Honecker’in fotoğraflarının yer aldığı bu duvarın önünde fotoğraf çektirdik. Bu gezdiğimiz yerlerden Reichstag’ın önünde uzun kuyruk vardı, Hem Almanlardan hem turistlerden oluşan bu kuyruk her zaman varmış, binanın çatısında camdan saydam bir gezinti alanı bulunduğu dışarıdan görünüyordu, Ahmet’in söylediğine göre insanlar aşağıdaki parlamento çalışmalarını buradan izleyebiliyormuş.
Çok az olsa da kanal sisteminin Berlin’de de uygulandığına tanık olduk. Görkemli sunak başta olmak üzere bu müzede yer alan Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Yunan coğrafyasından getirilen tarihi eserler yanında İslam uygarlığını yansıtan ikinci kattaki bölümü de gezip, görüntüleme olanağı bulduk. Doğrusu, bazı sahnelerde gözyaşlarımı tutamadığımı belirtmeliyim.
Berlin, Türk işçilerin yoğun yaşadığı bir büyük kent olduğundan, burada Almanların “Küçük İstanbul” dedikleri Türkiye’nin değişik kentlerini yansıtan işyeri tabelaların bulunduğu mahalle dikkatimi çekti. Bakımsızlık, düzensizlik açısından bizi yansıtan bu mahalle, insan ilişkilerindeki sıcaklık, topluca konuşma, eğlenme bakımından da bizim aynamız gibiydi. Ahmet, bu mahallede Alman toplumuyla çatışan birçok şeyi bulmanın mümkün olduğunu belirtti. Sosyologlarca incelenmeye değer bir yer…
Berlin’den sonra güneye ve giderek güney-doğuya ilerliyorduk. Dresden’in dışından geçen otoban, “Praha” yazan levhalara yaklaştıkça engebeli arazilerden ilerliyordu. Eski Doğu Almanya topraklarının sanayi ve tarım alanları bakımından planlanmış hali, kapitalizmin yağmacı politikalarının uygulandığı yaklaşık 18 yıllık aradan sonra bile kendini hissettiriyordu. Batı Almanya’ya göre fazla sanayileşmediği söylenen ve teknolojisi geri kaldığı için eleştirilen o toprakların, doğasının bozulmamış olmasını kazanım saymayanların ahmaklığına gülmek lazım doğrusu.
26 Ağustos’ta eski Çekoslovakya sınırlarına girdiğimizi; tepe dağlık alanların başlaması, yolların darlaşmasıyla hissediverdik. Yaklaşık 100 km boyunca bir nehrin biçimlendirdiği vadinin içinden akıp giden yolun her iki yanında tarihi yapılar, orman ve bahçeler sıralanıyordu. Yolun bir kenarından da demiryolu ağı akıyordu, zaman zaman geçen trenleri o vadide izlemek güzeldi doğrusu. Bu manzaralardan bolca çekim yaptım ben de.
Çeklerin “Praha” adını verdiği Prag, eski ve yeni mahalleleriyle tam bir gotik, barok mimarinin yeni binalarla biçimlendiği tarihi kent özelliği taşıyor. Vitava vadisinde, bu nehrin Elbe’yle birleştiği menderesler üzerinde kurulan kentin ilk ve en eski bölümünü biz gezebildik. Yaklaşık 5 saat boyunca dolaştığımız bu kenttin Slav topluluklarına özgü bir rengi vardı. Bildiğim kadarıyla da Çekçe Slav dillerindendi; “r” sesinin baskın söylediği bu dilin yaygın konuşulduğu Prag’da Romen, Bulgar kökenli çalışanlara rastladık. Hatta, büyük meydandaki saat kulesinde bulunan astronomik saati sembolize eden bir hediyelik eşya aldığımız dükkandaki kızlar bizim Türk olduğumuzu anlayınca “komşu” diye seslendiler.
Orada bulunduğumuz saatlerde değişik ülkelerden gelen öğrenci grupları gösteri yapıyorlardı meydanın birinde; Kafkas kökenli bir gösteri grubunu kayda aldık, Gürcistan ekibi dikkatimizi çekti. Astronomik saatin önü çok kalabalıktı, insanlar ayakta durmuş, dakikalarca saate bakıyorlardı. Biz bitişikteki meydana gittik, orada da karnaval havası vardı, illüzyon gösterisinden tutunuz raylı oyunlara, resim ve müzik etkinliklerine, yiyecek sunumlarına kadar birçok şeyi, fiziği farklı insanlar üzerinden gördüğümüz bu meydandan sonra büyük katedrale gittik İlkyaz’la. İçerde çekim yapmak yasakmış. Görevliler sürekli gezenleri takip ediyorlardı, eski ve görkemli bir yapı olmakla birlikte bakıma ihtiyacı vardı. Buradan Vitava nehrine indik, Avrupa’nın güzel kentlerini süsleyen nehir düzeneği burada da mevcuttu, gemi ve tekneler seyrüsefer yapıyorlardı. Nehrin iki yamacını bağlayan eski köprü Karlov’un ön tarafından geçip Prag Üniversitesi’ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yanından yürüyerek geldiğimiz yere döndük. Doğrusu ayaklarımız ağrımıştı, arabayı bıraktığımız parka ulaştığımızda.
27 Ağustos sabahı kahvaltımızı yaptıktan sonra, Viyana’da yanlarında kaldığımız Kemal’in eşi Nagehan Erdoğan’ın çizdiği bir güzergah üzerinden biz, görmemiz gereken en önemli yerleri gezmeye başladık. Tramvayla gittiğimiz Schewedenplatz’da indiğimizde, yan tarafta bir Türkiyelinin işlettiği büfe dikkatimizi çekti. Döner, gözleme, pizza, lahmacun satıyordu başka şeylerin yanı sıra. Anladığım kadarıyla rayların çokluğu ve tramvayların sıklığından, kent içi ulaşımı sağlayan raylı taşıtların hareket merkeziydi burası. Akşam eve dönerken de buradan bindik tramvaya çünkü.
Stephansdom Kilisesi’ne giden cadde üzerinde ilerlerken önce soldaki küçük ve estetik yapılı kilisenin çekimini yaptık. Sonra karşıya geçip sağdan faytonların takip ettiği güzergaha girerek ilerlediğimizde büyük ve uzun bir binayla çevrili meydandaki heykelin, uzun binadan yan binaya geçiş noktasındaki ilginç saat düzeneğinin bulunduğu bölümlerin çekimini gerçekleştirdik. Ben kamera kaydı yaparken İlkyaz ve Mehmet de fotoğraflama yapıyorlardı. Sağ olsun Zeynep içeceklerimizi taşıyordu. Avrupa’da Köln’deki Dom Kilisesi’nden sonraki en yüksek kulesi bulunan Stephansdom Kilisesi’nin önüne geldiğimizde dört bir tarafı bizim gibi turistle kaynıyordu. İlkyaz’ın özel ilgi gösterdiği, fotoğraflarını çektiği Japon, Çin, Koreliler kalabalıktı. Her turist grubunu başındaki kılavuz, elindeki bir işareti yüksekçe tutarak ilerliyordu. Bazılarında gül, bazılarında farklı renklerde mendil, bazılarında da numaralı işaretler vardı. Turistlere kentin önemli tarihi mekanlarını gezdiren faytonların kalkış noktası da buradaydı. Faytonlar ve atlar oldukça bakımlı, sürücüler ise folklorik tek tip elbise giymişlerdi. Erkekler kadar kadın fayton sürücülerin bulunması, yolcularına İngilizce, gezilen yerlerle ilgili bilgi vermeleri dikkatimiz çekti doğrusu.
Dışarıdan da dört bir tarafı dolaşarak çekim yaptıktan sonra sağ arka köşeden yüksek kuleye para vererek çıkış yaptık. Mehmet’in söylediğine göre 344 merdiven tırmandık. Bizdeki camilerin minarelerine çıkışı sağlayan merdiven düzeneği kullanılmıştı. İki kişinin geçmesi bazı noktalarda zor olduğundan yol vermek için duruyorduk. Açıkçası bu kadar dik merdivenleri çıkarken nefesimiz kesildi. Kuleye çıktığımızda derin bir soluk aldık. Bu yükseklikten kentin dört bir tarafını rahatça görüyorduk. Burada satılan Viyana’nın önemli yerlerinin fotoğraflarından oluşan bir panorama aldım. İnerken pek zorlanmadık, aşağıya indiğimizde kapının solundaki ağacın, Anadolu’daki gibi dallarına ve yapraklarına çaput bağlandığı dikkatimizi çekti. Bu zavallı ağacı da “dilek ağacı”na çevirmişlerdi. Doğrusu Avrupalıların kültüründe böyle bir şey var mıydı, sormayı akıl edemedim.
Belediye Sarayı’nın beri tarafındaki bir kapıdan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemden kalma büyük bir sarayın bahçesine geçtik. Burada da bir ıhlamur ve kestane ağacına sırtımızı dayayarak kısa süre dinlendik. Ihlamur ve kestane ağacından söz etmişken, Trabzon doğumlu İlkyaz’ın birkaç kez, Avrupa’da dolaştığımız yerlerde söylediği “Anneannem buralara gelse hiç yabancılık çekmez. Burası tipik Karadeniz.” sözü aklıma geldi. Biz ağaç gölgesinde dinlenirken, meydandaki heykelin az açığında platform kuran işçilerden ya da gençlerden biri şortu kıçında çıplak yere uzanmış, güneşleniyordu. Kimse ne onu rahatsız ediyor, ne de ondan rahatsız oluyordu.
Anladığım kadarıyla şimdi bir üniversite ve enstitüye ev sahipliği yapan bu binanın ön cephesinde, Berlin’deki Brandenburg’u andıran bir kapı vardı. Buradan geçerek bu kez geldiğimiz yöne bulvarın solunu takip ederek ilerledik. Az ilerideki bahçenin içinde Mozart’ın heykeliyle karşılaştık, daha ileride de Goethe’nin. Her ikisinin önünde saygıyla eğilerek fotoğraf çektirdik, bu büyük sanatçılar, yapıtlarıyla bu saygıyı hak ediyorlardı çünkü. Benim nerdeyse 50 yaşında gördüğüm bu değerleri, yerleri, İlkyaz’ın 17 yaşında görme olanağı bulmasına müthiş sevindiğimi belirtmeliyim. Bilmiyorum o neler hissetti…
Geri dönerken Opera binasından Stephansdom Kilisesi’ne kadar uzanan güzergahta yüzleri beyaza boyanmış heykel ya da put gibi duran eski dönem kentsoyluların kıyafetlerini giymiş kişilerin çokluğu dikkatimizi çekti. Değişik pozlar vererek insanların kendileriyle fotoğraf çektirmesi karşılığında yardım toplayan bu insanların, “modern dilenci” olduklarını söylememde bir sakınca yok…
Viyana’dan 6 saatte Mehmet’lerin evine döndük. 28-29 Ağustos günleri Elgendorf’ta dinlendik, o arada Mehmet’lerin eski evlerindeki eşyaları taşıdık. Yeni evle ilgili düzenlemeler devam ettiler, zaman zaman gelenlerle oturduk, bilgisayara aktardığımız fotoğraflardan yola çıkarak izlenimlerimizi paylaştık. Paylaştığımız kişiler açısından oldukça yararlıydı anlatımlarımız…
30 Ağustos gecesi Paris’e Lüksemburg üzerinden gittik. Paris’te 6 yıldır çalışan şair dostum İbrahim Deniz’le buluşup valizlerimizi alarak eve çıktığımızda, Aydın adında Antepli arkadaşıyla da tanıştık. İki arkadaş, güzel kafa denkliği yapmışlar; hızla kahvaltı sofrasını hazırladılar. Hep birlikte İbrahim’lerin 11. Paris’teki evlerinde kahvaltımızı zevkle, iştahla yaptıktan sonra gezeceğimiz yerlere gitmek üzere metroya bindik. Paris’in altını bir labirent gibi sardığını hissettiğimiz metroya bir gün içinde dört kez girip çıktık. Birçok istasyona tanıdık yazar-şair-sanatçı-siyasetçi adları verilmişti. Bunu görünce düşündüm, Türkiye’deki hangi istasyon ya da semtin adı, akıllara iyice kazınması için önemli bir sanatçının adıyla özdeşleşmiş diye.
İlk gün önce Seine nehrinde bir gezinti yapmak üzere İbrahim bizi bir meydana götürdü. Oradan bir nehir gemisinin kalktığı yere yaklaştığımızda duvara resimler asmış, yaşının yarım asrı bulduğu belli olan birinin İbrahim’le diyalog kurduğunu gördük. Tam yaklaştığımızda İbrahim, “İşte Metin Bey, kendisi Samandağlı” diye tanıştırdı. Sempatik ve vakur bir duruşu olan Metin Bey, yozlaşmanın insan ilişkilerine ve Samandağ’ın güzel doğasına zarar verdiği düşüncesiyle, o eski Samandağ’la ilgili zihnindeki güzel izleri karartmamak için doğup büyüdüğü kente gitmediğini söyledi. Düşünsel olarak haklı bir gerekçe olsa, belki de 12 Eylül sonrasının politik çürümüşlüğüne ciddi bir tepki anlamı taşısa da sonuç olarak hepimiz için çok çarpıcı bir durum doğrusu. Bu konu üzerinde hepimiz oturup derinden düşünmek zorundayız.
İbrahim’le Metin Bey’in konuşmalarından sonra, burada önemli bir inisiyatifi olduğunu gördüğümüz bu Samandağlı arkadaşının sayesinde gemiye ücretsiz bindik, gemi çalışanları bize çay ve kahve ikram ettiler. Gemi gezintisi sırasında hepimiz çok heyecanlıydık, İbrahim’in arkadaşı uzun süredir Paris’te olmasına karşın ilk kez Seine gezintisine çıkıyormuş. Gezinti boyunca onlarca tarihi bina, heykel, müze gördük. Aklımda kalanlar Belediye Sarayı, Adalet Sarayı, Notre Dame Kilisesi, Napolyon heykeli… Gemi geri dönüşünde nehrin ayrışan diğer kanalından geçti ve biraz sonra iki kanal birleşti. Bu adacık köprüyle her iki yana bağlanmıştı, çok etkileyici bir manzara oluşmuştu. Bindiğimiz yeri geçerek Eiffel Kulesi’ni daha yakından görüp az ileriden dönüş yaptık ve Metin Bey’in bulunduğu yerde indik. Onunla tekrar merhabalaştığımızda Mehmet’le benim elimize, içine birer fotoğraf yerleştirilmiş kapanan bir kart tutuşturdu. Diğer elimize de rulo yapılmış birer resim.. Doğrusu çok şaşırdık ve bu içten davranış karşısında dona kaldık. Metin Bey, söz konusu karta bize söz söyleme hakkı tanımayan şu ifadeyi aktarmıştı: “Benim için en büyük duygu: Arkadaşlıktır.” İbrahim’le ona Hatay’la ilgili fotoğraf albümümden gönderdim, böylece arkadaşlığı birlikte büyütmenin bir yolunu bulduğumuzu düşünüyorum.
Gemiye binmek üzere indiğimiz Trocadéro Metrosu’nun üstünden geçerek, Eiffel Kulesi’ni yakından görmek, hatta fırsat bulabilirsek kuleye çıkabilmek için yürümeye başladık. Gittiğimiz yol üzerinde Cezayir’de ya da Kuzey Afrika’da ölen Fransız askerleri için dikilen bir anıt gördük, üzerinde dijital kayıtla isimlerin akışı sağlanmıştı. Arkadaşlara dedim ki, “Bu Fransız emperyalizminin yüz karasıdır. Orada bu insanların Fransız sermayesinin çıkarları için öldüğünü haykırmak lazım.” Ardından da İbrahim’e sordum, “Peki, Cezayir’de öldürdükleri binlerce insandan özür dilemek üzere bir anıt yapmışlar mı?” O da bilmediğini, duymadığını söyledi. Bu durum, aklıma hemen Berlin’deki “Yahudi Soykırımı Anıtı”nı getirdi. Siyah ve değişik boyutlardaki yüzlerce tabut biçiminde dizilmiş geniş bir alana yayılmış olan bu anıt, insanlığın yüz karası Nazileri, faşizmin gerçek yüzünün hatırlatması bakımından kuşkusuz çok anlamlı; bunu Almanlara yaptırtma gücü olan İsrail ve Dünya’daki tüm Yahudiler, neden hep kendileriyle ilgili kıyımı her yerde canlı tutuyorlar da kendi sermayedarlarının da sorumlu olduğu Filistin başta olmak üzere kıyımları hiç gündeme getirmiyorlar?
Eiffel Kulesi, bildiğim kadarıyla Fransız devriminin yüzüncü yılında, yani 1889’da aynı adlı bir mühendis tarafından inşa edilmiş. Binlerce ton demir harcandığı ve bakımı çok masraf gerektirdiği için, bu mühendis o zaman cezalandırılmış, İbrahim’in anlattığına göre. Şimdi ise kulenin dev ayaklarının etrafında uzun kuyruklar oluşmuştu asansörle yukarı çıkabilmek için. Cezalandırılan bu adamın eserinin, Paris’e her gün 100 binlerce Euro gelir bıraktığını söyledi İbrahim… Bizim kuleyi daha geniş açıdan ve tam görebilmemiz için nehrin öbür tarafındaki bir sarayın bahçesine gitmemizi önerdiler. Modern sanatlar Müzesi olduğunu sandığım bir yapının ön kısmından kuleye doğru kamera ve fotoğraf çekimi yaptık, bizi uyaranların haklı çıktıklarını gördük.
Buradan tekrar metroya binip Moulin Rouge’un (Kırmızı Değirmen) bulunduğu eğlence bölgesine geldik. Öğle olmuştu ve acıkmıştık. Burada dönerci ararken, ayaküstü bir şeyler yiyebileceğimiz temiz bir mekana geçtik. Çalışan bayanlara isteklerimizi söyledi İbrahim Fransızca, onlar da çok ilgilendiler. Yediklerimizin yanında armağan da gönderdiler, buna tanık olunca “İşte Akdeniz sıcağı burada sürüyormuş” demekten kendimizi alamadık.
Karnımızı doyurmuş ve biraz dinlenmiş olarak, Paris’i bir tepeye kurulmuş ve Sacré Coeur, “Gizli Yürek” anlamına gelen görkemli bir kilisenin bulunduğu yere çıktık. Kilisenin önündeki gezinti alanında insan kaynıyordu, herkes fotoğraf, kamera çekimi yapıyor, Paris’i seyrediyordu. Buradan çekimlerimizi yapıp kiliseyi gezdikten sonra oraya yakın ressamlar meydanına giderken, Viyana’da tanık olduğumuz eski aristokrat sınıfın giysileri içinde put gibi duran kişinin, önündeki kutuya para bırakıldığında hareket geçerek teşekkür ettiğini gördük. “Modern dilencilik” burada da vardı demek…
Buradan metroya binerek Louvre Müzesi’nin bulunduğu yere gittik ama, müze kapanmak üzereymiş. Dolayısıyla ertesi gün erkenden burayı gezmeye karar verdikten sonra Champ-Elysée’ye doğru yürüyüş yaptık. Bu arada Berlin ve Viyana’da gördüğümüz anıt kapılardan birinin de bu yol üzerinde bulunduğunu gördük. Binlerce metre uzunluğundaki bu gezinti alanı, günün yorgunluğu nedeniyle gözümüzü korkuttuğundan, eve gidip yemeğimizi yemeye ve dinlenmeye karar verdik. Yemeğimizi yiyip biraz dinlendikten sonra arkadaşlarımızın, Seine nehrinin gece bir de ışıklı halini görmemizi istemeleri üzerine Notre Dame Kilisesi’ne doğru yürüdük. Nehrin ışıklı hali ve Paris’in gece görünümü de ayrıca görülmeye değermiş gerçekten. Ege’nin öte yakasındaki komşularımız Yunanlıların yoğunlukta olduğu bir sokağa gittik ve orada arkadaşlar dondurma yediler, bana da onları “seyretme zevki” düştü…
Ayaklarımıza kara sular inmiş olarak eve doğru yürürken, bir sokağın başında Victor Hugo levhasıyla karşılaştık, bu usta kalemin evini işaretliyordu. O sakağa göründüğü yere kadar bakarak Sefiller’in yazarını anarak iç dünyamızı zenginleştirmeye çalıştık. Eve geldik biraz sonra. İbrahim’le Aydın o küçük ve sevimli evlerini bize bırakıp arkadaşlarında kalmak üzere ayrıldıklarında çok duygulandığımızı belirtmeliyim. Böylesine içten dostlarımız olmasa, biz böyle bir geziyi yapacak parayı kendimizde bulamazdık. Demek ki “önce insanlık!”
Paris’i görme, tarih yolunda ilerleme isteğimiz kadar, İbrahim’le şiir üzerine söyleşmek de vardı planımızda. Ancak zaman ve ortam buna müsait olmadı. Sadece sevindiğim bir durumu dile getirmek istiyorum; o, Fransızcadan şiir çevirisi yapma cesaretini göstermeye başlamış. Arkasının geleceğine inanıyorum. Çünkü İbrahim, zor olanı başarmaya aday bir kişilik. Zorlukları başarma konusunda mücadele eden başka birinin, ayrılacağımız zaman şair-yazar kardeşi Onur Aslan’ın, “Suskun Bir Zaman Karesi” adlı öykü kitabını bize verdi.
Mehmet’in arabasına binerek Paris’in adeta açık hava müzesi görünümündeki “Pere La Chaise” mezarlığına gittik. Orada Türkiyeli iki önemli sanatçının, mezarları başında selamladık. Biri politik sinemamızın ustalarından, 1984’te burada ölen Yılmaz Güney; diğeri de ülkesinden kopartılan müzisyen Ahmet Kaya… Fotoğraflarla bu sahneleri belgeledik. Teyzemoğlu, Ahmet Kaya’nın mezarında yazan “Yine gurbette bir akşam oldu” sözünü okuyarak derin bir ah çekti. Doğrusu hepimiz hüzünlenmiştik, Mehmet hepimiz adına bir “ah” çekmişti. Mezarlıkta aile adları yazıyordu, anladığımız kadarıyla krematoryumda yakılan cesetlerin külleri bu aile mezarlıklarına konuyordu. Diğer türlü cesetleri oraya gömmenin olanağı yoktu. Adlarını bildiğimiz önemli şair-yazarların mezarlarını bulmak üzere dolaşırken, realist yazar ve Fransız romanının ustası Balzac’ın mezarıyla karşılaştık. “Vadideki Zambak” kitabının siyah mermerden kabartması vardı heykelinin önünde. Onun önünde de fotoğraf çekildik.
Mezarlıktan hızla Louvre Müzesi’ne gittik arabayla. İbrahim’le Mehmet arabayı park etmeye gittiler, ben de gişeden biletlerimizi aldım. Dört bölümden oluşan ve Dünya’nın en büyük müzelerinden biri olan burada hep birlikte girdiğimiz ilk bölüm, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’ya ait yapıtların sergilendiği yerdi. Ancak, ciddi bir şanssızlık yaşadık burada; çünkü kısa bir süre sonra İlkyaz’ı kaybettik.Bu kez aklımıza gelen olasılıkları değerlendirmeye başladık, önce İlkyaz’ın “Mono Liza” resmini çok merak ettiğini ve oraya doğru gidebileceğini düşünerek İbrahim oraya yöneldi. Zeynep’i bu bölümün girişinde beklemesi için görevlendirdik. Mehmet’le ben de bu bölümün salonlarını dolaşmaya başladık; içimiz iki açıdan rahattı, birincisi kendini kurtaracak kadar İngilizce biliyordu, ikincisi burası her açıdan kontrol edilen bir müzeydi ve başına kötü bir şeyin gelme olasılığı zayıftı. Yaklaşık iki saat kadar aramalarımızdan bir sonuç alamadık. Bu arada gezdiğimiz bölümlerle ilgili kamera ve fotoğraf kaydı yapmaya çalıştık. Özellikle önemli ressamların değişik boyutlardaki resimlerinin, o arada “Mono Liza”nın da sergilendiği salonlardaki fotoğrafların, daha sonra yaptığımız incelemede net çıkmamasına da üzüldük. Hatta aklımıza, “Bu fotoğrafların net çıkmasını önleyen bir dalga yayılımı mı yapıyorlar?” sorusu takılmadı değil.
Bu arada benim şekerim düşmeye başladı, resim salonlarının birinde dinlenmeye başladım ve Mehmet’e şeker bulmasını söyledim. Yanıma ara öğün ya da şeker alma tedbirini bu kez almamıştım. Bu ihmalkârlığımın cezasını bir süre sonra insanları çift görmeye başlamakla çektim. Neyse ki teyzemoğlu bir yerden bulduğu toz şekeri yetiştirdi de kısa bir süre sonra kendime gelebildim. Tabii bu arada hem İlkyaz’la ilgili kaygılarım artmış hem de moralimin bozulması şeker dengemi etkilemişti. İbrahim de İlkyaz’dan haber alamayınca hızla Zeynep’in yanına geldik. Danışmaya gidip görevlilere durumu anlattık, onlar anons yapamayacaklarını, ancak görevlilere telefonla bilgi verebileceklerini belirttiler; telefon trafiğinden de bir ses çıkmayınca Mehmet dışarı çıkıp kontrol etmeyi akıl edindi, biz de etrafı kolaçan etmeyi sürdürüyorduk ki telefonla Mehmet, İlkyaz’ı bulduğunu bildirdi ve derin bir nefes aldık. İlkyaz’ımız ağlayan gözlerle yanımıza geldi, onu hemen kucakladım, saçını okşadım, teselli ettik hepimiz. Onun anlatımına göre bizden biraz kopunca başı dönmüş ve bir süre bizi bulamayınca doğruca dışarı çıkmış. Tabi zaman çok ilerlediği için müzeyi tekrar gezme olanağımız yoktu. Özellikle İlkyaz açısından kötü bir gün geçirmiş olduk. Onu, ilerde mutlaka burayı gezdireceğimize dair söz vererek teskin ettik. Sağ olsun dostlarım bu konuda çok duyarlı davrandılar; Zeynep, bir bakıma İlkyaz’a bu gezi boyunca annelik etti.
Yüzlerce yıl derebeylerin egemenlik savaşına, burjuvazinin 1789 devrimine, Komüncülerin 1871 zaferine ev sahipliği yapmış Paris’ten çıkarken saat 17.00’ye geliyordu, Lüksemburg sınırına yakın bir yerde saat 19.30 sularında piknik havasında akşam yemeğimizi yedikten sonra yola koyulduk yeniden. Paris’e gidip gelirken dikkatimizi çeken iki hususa değinmeliyim. Birincisi; yol boyunca tarım alanlarının daha fazla ve Almanya’ya göre ormanların, yollardaki ağaçların az olduğunu gözlemledik. Zaten Avrupa’daki en büyük çiftçi eylemlerinin burada gerçekleşmesi, bu gözlemimizi teyit ediyordu. Gezdiğimiz başka yerlerde rastlamadığımız, buradaki yol kenarlarında birkaç yerde gördüğümü iki şey dikkatimizi çekti: Küre biçiminde on beş yirmi kadar bir aracın dizildiği ya da yuvarlak teker büyüklüğündeki araçların toprağa yan yana yatırıldığı… Bunların ne olabileceğini kesinleyemedik ama Almanya’da yorumlayanlar, bunların güneş enerjisiyle ilgili olabileceğini söylediler.
Son iki günümüzü de uçağa bineceğimiz Düsseldorf’a yakın olan Ramazan’lara ayırdık. Ancak bir gündüzümüzü buraya giderken Köln’de geçirdik. Doğrusu, Ren kıyısındaki eski bir “koloni” olan ve adı da oradan gelen Köln’ü gezerken en çok heyecanlanan İlkyaz’dı. Dom Kilisesi’nin kulesine mutlaka çıkmayı istiyordu. Geç kaldığımız için bu olanağı kaçırdık. Bu gotik mimarinin büyük şaheserini içerden ve dışardan ayrıntılı biçimde kayda aldık. Dom Kilisesi, katedral özelliği taşıdığı için Almanlar başta olmak üzere tüm Hıristiyanların çok önemsediği bir yapıdır. Eski tapınakların bulunduğu bir mekanda 13. yüzyılda bugünkü katedralin yapılmasına karar verilirken, kulesinin de dünyada bulunan tüm kulelerden daha yüksek olması öngörülmüştür. Yüzlerce yıl değişik ekleme ve yenilemelerle süren katedralin yapımı, 1880 yılında güney kuleye son taşın konmasıyla bitmiştir. Katedralin içindeki vitraylarda 12 havariler ve Hıristiyanlıkla ilgili birçok motif işlenmiştir. İçerde altın kaplama sanduka, dışarıda yılan başta olmak üzere birçok hayvan figürü, değişik boyuttaki heykellerle süslenmiş bu görkemli yapının bana oldukça soğuk geldiğinin altını çizmeliyim. Daha önce Mehmet Çöllü’nün söylediği üzere, bu yapının bakımı için bir köşesinden başlayıp diğer köşesine ulaşana kadar bir yıl geçiyormuş. Biz oradayken de bir tarafında kurulmuş iskeleler vardı.
Katedralden çıkıp Ren üzerindeki tren raylarının döşendiği demir köprüye ilerlerken Ludwig Müzesi dikkatimizi çekti. Bavyera kralı olduğunu öğrendiğimiz Ludwig adını taşıyan bu müzeye daldık ve saat 22.00’ye kadar açık olduğunu öğrendik. Oradaki görevlilerden birinin Yavuz isminde bir Türk olması işimizi kolaylaştırdı ve bize kendi konuk biletinden vererek içeriyi gezmemizi sağladı. Resim ve heykellerin bulunduğu salonları dolaşırken Picasso’nun resimlerinin bulunduğu salonda daha çok durduğumuzu söylemeliyim. Hatta İlkyaz, “Baba bu resimler orijinal olamaz herhalde.” diye takıldı.
Ren nehrinin karşı yakasına Mehmet, daha önce tekneyle geçtiklerini söyleyince bu kez demir köprüden gitmeye karar verdik. Sanıyorum havaalanı olarak Almanya’da Frankfurt ve Berlin en yoğun trafiğe sahipler; demiryolu ulaşımında da en hareketli yerin Köln olduğunu, istasyondan aynı anda birçok yöne giden trenlerle birçok yönden istasyona gelen trenleri izlemekten yorulduğumuzu söyleyebilirim. İki katlılar, hızlılar, kısa ve uzunlar... Mehmet, buradaki Ren nehrinin genişliğinin 300 m’yi aşkın olduğunu söyledi. Gerçekten de demir köprüden dakikalarca yürüdüğümüzü hesaba katınca bunun doğru olabileceği kanısı uyandı bende. Köprünün altından tekneler, yük gemileri gelip geçiyordu; bizim de dikkatimizi en çok çeken şey demir köprüdeki tellere bağlanmış olan taşak anahtarlardı. Baştan sona binlerce anahtarın süslediği bu görüntü eşliğinde fotoğraf çekildik. Anahtarların üzerinde isimler vardı. Bunlardan birinde “Murat Marta’yı seviyor” yazıyordu. Bu bizim için çok anlamlıydı, aşk din ve ulus ayrımı tanımıyordu.
Tarihte önemli iktidar savaşlarına tanık olmuş, İkinci Paylaşım Savaşı’nda müttefiklerce sürekli bombalanmış olan Köln’ü geride bırakıp Duisburg’a hareket ederken güneş batımının kızıllığında Mehmet, “Bugün de gurbette akşam oldu” dedi.
Akşam yemeğimizi Ramazan’larda yedik. Onlarla gezilerimizle ilgili izlenimlerimizi paylaştık. Elimizde olmadan yine Kışlak’la ilgili konulara daldık. Hatta Ramazan’ın 1980’lerin sonunda çektiği annesinin merkezinde yer aldığı video görüntülerini izledik.
Ertesi gün 4 Eylül’dü ve biz o akşam 21.35’te Düsseldorf’tan uçağa binecektik. Sabah mükellef bir Hatay sofrasında kahvaltımızı yaptıktan sonra hafif yağmurlu bir havada kenti gezmeye çıktık. Hatice’nin çalıştığı işyerinin bitişiğinde kahve içtikten sonra eski fabrikaların depolarının tadilat yapılarak büyük mağazaya dönüştürülen bir yere gittik. Yüzlerce metre uzunluğundaki bu büyük çarşıda bini aşkın işyerinin, insanları tüketime teşvik eden uygulamalarıyla karşılaştık. Aramızda, “Bir zamanlar burada Türkiye’den gelen ilk kuşak işçilerin alın teri dökülmüştü.” diye değerlendirme yaptık. Ufak tefek alışverişten sonra Hatice’nin kaptanlığında arabayla eve döndük. Akşam yemeğimiz, Vicdan Hanım’ın marifetli elleriyle hazırlanmıştı bile.
Saat 19.30 sularında Ramazan’larla vedalaşmaya başladık; evet, ilkokulda aynı sırada oturduğumuz ve birçok şeyi paylaştığımız bu dostla uzun yıllar sonra ilk kez böyle bir arada olmuştuk. Buna sevinirken ayrılık zilinin hüznünü içimizde duymaya başlamıştık bile. Vicdan Hanım’a emekleri için çok teşekkür ettik; Hatice, Metin ve Oğuz yeğenlerimizle kucaklaştık. El sallayarak Duisburg’a veda ederken, “insanoğlu kuş misali” demekten kendimizi alamadık. Duesseldorf havaalanına geldiğimizde Mehmet’le ikimizi efkar basmıştı, İlkyaz duygularını pek dışarıya yansıtmıyordu ama onun da burukluk yaşadığı malumdu. Uçağa binmek üzere biz Mehmet’e sarılırken, yine annelerimizle babalarımızın sıcaklığını taşıdık birbirimize; güzel insanların toprakları bol olsun, gül koksun diye…
Anasayfa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder